SÜRGÜN ÖNCESİ GÜNLERDİ
Kurt kuzuyu yiyeceğinin Emareleri Belli Oluyordu
Dersim dedikoduları artarak devam ediyordu. Her gün bir haber: Dersimliler bir köyün malını götürmüşler.
Yıl 1936 harman zamanı, Ağustos sonu, hayvan ticareti yapan babam elindeki iki koyun sürüsünü (500–600 adet koyuna bir sürü denir) satmak amacıyla mera yolu ile yürüterek Sivas’a satmaya götürmüştü. O zamanlar ürettiğin, yetiştirdiğin, emeğini alın terini kattığın malı satmakta çileliydi. Sivas’a en erken bir ayda ancak gidilebiliyordu.
Asırlarca etrafı çevrilmiş, kendi kaderine terk edilmiş, en başta beslenme olanağından yoksun, şehirlere sokturulmayan, dağda yaşamağa mahkûm edilmiş, yaşamsal olanaklardan yoksul Dersim halkı açlık kavgası veriyordu. Yaşaması için çevrede bulduğu malları, bizimkilerde dâhil, gasp ederek günlük hayatta kalmasını ancak sağlayabiliyordu. Bu da çevredeki köy, kasaba ve illerin düşmanlığını kazanıyordu. Kendisini gözden çıkarmış Osmanlı yönetimin gevşekliğinden yararlanarak, çevreden yasal olmayan ve bir tür gasp yöntemiyle yaşamını sürdürmeye, geçmiş yönetimlerce adeta mahkûm edilmişti. Tarıma elverişli toprağı olmadığı, dağlık bir bölgeden ibaret olan, başka geçim olanağı ve eğitimi bulunmayan Dersimli yaşamak için buna mecbur kalıyordu. Kırsal, verimsiz dar bir bölgeye sıkışmış, açlığını giderme olanaklarından yoksul bir yaratık ne yapabilirse Dersim’liler de onu yapıyordu. Aç bir yaratık fırının önünde ölümünü bekleyemezdi herhalde. Olan da buydu.
Cumhuriyet gelince bu yasadışı geçim yöntemleri de olanaksızlaştı. Ama Devletten hiçbir yardım göremeyen, kendi kaderine terkedilmiş Dersim halkı açlıkla karşı karşıya kalmıştı. Dersimli yaşamak zorundaydı. Açlıktan ağlayan çocuğu yüreğinden kopan sevgi ile doyuramazdı. Çaresizlik “Kap Kaç ve gasp” a zorlamıştı. Bugün aç insanların İstanbul sokaklarındaki Kap Kaçlara benziyordu adeta. Ama Dersimli için karşılığı imha oldu.
Dersimli elinde silahla, etraftan, yalnız mal gaspı ile yaşamağa çabalıyordu; cana kıyma yoktu. Ayrım yapmadan bizim de çok mallarımızı götürmüştü. Ama Cumhuriyet bekliyordu, Atatürk’ü seviyordu, “din elden gidiyor” demiyordu. “ACIM” diyordu. Bu sesi duyan, duyumsayan yoktu! Herkes onları Kürt sanıyor ve yaptıklarını da Şeyh Sait’in Kürt isyanına benzetiyordu(!) “Biz Türkmen’iz, Kürtlükle ve 1925 Kürt isyanı ile hiç bir ilgimiz yoktur.” Diye kendilerini savunma olanağından bile yoksundu, savunsa da inanan yoktu. Dersimli’ye karşı yılların, asırların birikmiş kini tüm çevreyi Dersimli’ye düşman yapmıştı. Bu düşmanlığın temelinde, gasptan ziyade, Emevi İslamı ile örtüşmeyen ÖZGÜN İNANCI idi. Bu nedenle genel kanı ‘Bu Kızılbaş Dersimliyi yok etme ye’ odaklanmıştı. Cumhuriyeti yönetenlerde, Osmanlı gibi bu, “yok etme” noktasına odaklanmıştı. Bunun hazırlıkları her sahada kolayca görülüyordu. Dersim dışındaki Alevi (Türkmen/Kızılbaş) köyleri her gün jandarmanın sınırsız baskıları ile karşı karşıyaydı. Ben çok küçük yaşlarımda bu acıları derinden tatmış birisiyim. Hala jandarmayı görünce o günler gözümde canlanır.
‘1973–1980 arası TBMM kürsünde bazılarını dile getirdiğimde hala kıyamet kopuyordu’
Daha doğrusu, asırlardan beri Dersimde Türkmen, açlığı ile baş başa bırakılmıştı.
Taze Cumhuriyetin yerel, yeteneksiz Yöneticileri de bunun adına isyan dediler ve bu nedenle de Türkmen/Aleviler/Kızılbaş üzerine (Atatürk’ün ağır hasta olduğu bir evrede) hışımla gidildi. Fırsat gelmişken yok etme heveslilerin muradı oldu.
Dersim hareketinin yaklaştığını jandarma baskınlarının artması ve şiddetinden anlaşılıyordu. İşte tam bu sıralarda, Jandarmalar köye gelince biz küçüklerin ödü kopardı, saklanacak delik arardık, büyükler belli etmezdi ama onlarda da renk kalmadığını, bizden beter olduklarını duyumsardık. Ortada görünmemeğe çalışırlardı. Jandarma korkusu Azrail korkusunu bastırmıştı Alevi köylerde-çevrelerde.
Bir harman zamanı öğlen vaktiydi, iki jandarmanın yukardan Başköy Bucağından köye doğru geldiklerini gedikte görünce, korku içinde tüm köy çocukları, ahırlara, komlara, ağıllara, samanlıklara girerek saklandık. Jandarmaların doğru harmanlara gittiklerini görünce de saklandığımız yerden çıktık ve olayları, korku içinde, izlemeğe başladık.
Eski adı ‘Karso Gelengeç i’ yeni adı ‘ Büyük Gelengeç’ 2000 rakımlı bir köy, Otlukbeli Savaşının yapıldığı yere kuş uçuşu 5 km genelde hayvancılıkla geçinen, ekimi çok az, köylünün çoğu ekmekliklerini satın alarak geçiniyordu.
Akrabamız olan 70 yaşlarında Musa amcanın on bir nüfusuna karşın bir tek harmanı olduğu için, kışlık ekmek için un yapacağı buğday harmanını, dövenle süren öküzler yemesin diye, herkesin yaptığı gibi, ağızlarını bağlamıştı, işi bitince otla doyuruyordu öküzleri.
Öküzlerin ağzının bağlandığını gören jandarmalar bahane bulmuşlardı, büyük bir hışımla Musa amcanın harmanına girdiler ve öküzlerin ağzını bağlayan ottan (kem) bağı çözüp, Musa amcanın boynuna atmazlar mı? Onlara göre öküzler Alevi Musa amcadan daha değerliydi. Musa amcanın iki oğlan 6 kız çocuğunun açlığı jandarmaları hiç ilgilendirmiyordu. Bir insan onuruna yakışmayacak şekilde, boynunda ottan bükülü urgan iple 70 yaşındaki Musa amcayı yedekte çekerek bizim konak dediğimiz konuk odasına getirip, boynundaki ot iple 70 yaşındaki Musa amcayı ayakta beklettikleri hala gözümün önünde durur gibi. İki jandarma tüm köyü ayağa kaldırmış terör estiriyorlardı. Aramadıkları yer, hakaret etmedikleri köylü kalmamıştı.
Babamın köyde olmadığını yazmamın nedeni babam köyde olduğu vakitler jandarmalar bir hayli çekiniyorlardı. Sebebi babamın çevrede sayılır ve sevilir, savunur ve eski bir jandarma olması. Tüm köylü babamın eksikliğini duyumsuyordu.
Özellikle o günlerde Jandarmanın estirdiği terör tüm halkı sindirmişti. Köyde harmanına topladıkları bütün erkeklerin bıyığını ve sakalını, alay ederek, tek taraflı kesip diğer yanını kendilerine bırakıyorlardı. Bu bıyığına düşkün Aleviler için oldukça onur kırıcıydı, jandarmalarda bunu bilerek yapıyorlardı. Jandarmalar zavallı köylülerin bıyığı-sakalı ve onuru ile oynarken, ağzının bağını açtıkları Musa Amcanın öküzleri de jandarmaların sayesinde, onbir nüfuslu Musa amcanın yıllık ekmek nafakası olan buğdayını belki de istemeyerek, Devlet zoru ile doyasıya yiyorlardı. Bunu gören biz çocukların bile yüreği eriyordu. O sene köyün tüm erkekleri sakal ve bıyıktan yoksunlardı. Bu onlara çok ağır geliyordu. Alevilikte bıyığın önemli yeri vardır. Bunda ‘Hz. Ali dişinin arasına sıkışan bıyık telinin kopmaması için dişini çektirdiği’ uydurmasının da bir nebze payı olabilir ama Alevi geleneğinde bıyığın yeri önem taşır. Jandarmalarda bunu biliyor, onun için yapıyorlardı. Alevilerin onuru ile oynamak jandarmalara haz veriyordu.
Köyümüz Bayburt’a sınır olmasına ve Dersimle bir ilişkisi bulunmamasına karşın, Dersim olaylarını isyan sayanlar, yetkiyi yerel yönetim amirlerine vermişlerdi. Bizim yörede de hükümdar Bucak Müdürü oluyordu. Açıkçası, Dersim olayları nedeniyle, Alevi’lerin fermanı Bucak müdürünün elindeydi. Halk tarafından sevilen, saygın bir kişi, müdür için tehlike sayılırdı. Müdür kendisine yalakalık yapacak, sözünü kayıtsız koşulsuz yerine getirecek kişiliksiz kul arıyordu. O günün zor koşulları içinde böylesini bulmakta olanaklıydı. Zira Aleviler ölüm-kalım savaşımı veriyordu.
Babam bu ölçütlere uyacak bir kişilikte olmadığı gibi, çok doğrucu, sözü özü bir, halkını seven, çevrede sevilen yiğit yapılı bir kişiliğe sahipti.
Sarıkamış Savaşına “ Erzincan Seyyar jandarma Taburu 3. ve 4. Bölük erlerinden Kuzuçan’lı (Pülümür eski adı) Karso oğullarından Mahmut oğlu 1303 doğumlu Ali Rıza” kendi atı ile katılan seyyar jandarma Taburu süvarilerindendi. Askerliğinde kaç kez ölümle burun buruna geldiğini anlatırdı bize. (diğer anılarda geniş yazdım).
İşte o günlerde Ferman sahibi, Erzincan Başköy Bucak Müdürü babamı da 1938 sürgün defterine yazmıştı. Kurtuluş yoktu, 8 çocukla sürgün kararı çıkmış çare tükenmişti. Şaka değil bu, 1–13 yaş arası sekiz çocukla, her şeyini terk ederek diyarı gurbetin bilinmeyen yerine gideceksin; hem de göğsünde “ Bunlar Devlete karşı İsyan edip Türk askeri öldürmüş insanlar “ yaftası ile.
Jandarmalar bu kez bıyık sakal kesmek için değil Kağnı arabaları ile köyden sürgüne göndermek için gelmişlerdi.
Sürgün Fermanı çıkmış acilen Erzincan’a gitmemiz gerekiyormuş. Kağnı arabasından başka araç yok. Ya bununla ya da 70 km. yolu yürüyerek 5000 Rakımlı Keşiş Dağlarını aşarak Erzincan’a gitmek zorundasınız. Geç kalmakta can güvenliği her an tehlikede olduğu çekinilmeden ifade ediliyordu. Dersim üzerine asker yürüdü infaz başladı ve soykırım yapılıyor haberleri dalga halinde yankılanıyordu. Korku, korku… Alınabildiği kadar ihtiyaç duyulan eşyalarımız kağnı arabasına sıkıştırıldı ve en küçük 4-5 çocuk da kağnıya bindirilerek, ben dâhil kalan kardeşlerde yürümek zorunda kalarak yola koyulduk. Yollar patika niteliğinde kar ve çamur deryası. Üzerimizde ve ayağımızda soğuktan koruyacak nitelikte bir şey yok. Çamur da ve kar da üşüdükçe büzüşerek yol alıyorduk. Zaman zaman donma tehlikesi ile karşılaşıyorduk. Köyden 14 km uzaklaşıp Kelkit’in Çamur köyü yakınındaki Kümbetlere gelince arabalar çamurdan çıkmaz oldu ve donma emareleri görülünce jandarmalar insafa gelmeğe başladı ve yetkililer gidilemez kararı aldılar. Zira gidilmeye devam edilseydi Spikör dağında birkaçımızın ölüsü yollarda kalacaktı. Acımadan değil, yetkililer sorumlu olacaklarından korkarak, sürgünü bahara ertelenmek üzere, dönme kararı verip bizi köye geri getirdiler.
Bahar gelince, daha yollar açılmadan, karlar henüz erimeden, geçeceğimiz dağlar karla kaplı olduğu halde Jandarmalar bizi sürgüne sevk için yeniden köyü şereflendirdiler.
Yeniden kağnı arabalar eşliğinde yola düşürüldük. Keşiş Dağlarının şiddetli ayaz, çamur ve karları Kağnıları çeken öküzleri hayli zorlanıyordu. Keşiş dağlarını aşarken çok kez çamurdan çıkamayınca onları itmekte bize düşüyordu. Çocuklarını bu durumda gören anne ve babamızın bize bakarak daha da fenalaştıklarını görünce biz aklı erenler de kahroluyorduk. Biz çocuklar günahımızın ne olduğunu bilmeden, donan/kulaklarımızı kapatarak, ayaklarımızı sürüyerek zor yürüyorduk. Üstümüzde, soğuktan koruyucu herhangi bir giysiden yoksunduk.
15-17 saat sonra 5000 rakımlı ve 66Km yol çilesini bitirerek Erzincan kuzeyindeki Keşiş Dağlarının geçit yeri olan Spikör tepesine gelince ilk kez Erzincan karanlık ovasında parlayan elektrikleri görünce, yolda ölmeden geldiğimize, beterin de beteri olduğunu da yaşayarak hepimiz de şükrettik.
Bu adaletsizlik, bu düşmana bile yapılamayacak zulüm babamın çok ağırına gittiği için, buna bir çare arama çabası içindeydi. Bu haksızlığı içine sindiremiyordu bir türlü.
Akşamın geç karanlığında Erzincan’a inince Vağaver Mahallesinde bizden önce sürgün edilenlerin boş bir evinde geceledik.
Babam, trene bindirilmeden, son kez bir umut için, beni de yanına alarak, elimi tutarak
Erzincan Başsavcısına gittik. Birçok zorlukla babamla birlikte savcı makamında savcıya ulaşabildik.
Babam savcıya, önce kedisinin Sarıkamış askeri (jandarma) olduğunu, yaşamında yanlış bir iş yapmadığını, işiyle uğraşan bir vatandaş olduğunu ifade ederek, 8 çocuğu ile sürgüne gönderme haksızlığına uğradığını söyleyerek engellemesi ricasında bulundu.
Savcı, tavırları ile işin tehlikeli boyutlarda olduğunun bilincinde olduğunu, iyimser tavırlarıyla ima ediyordu. Çok düşünen ve üzüldüğünü belirten Savcı, ’oğlum direnme, bunların verdiği kararı (heyeti vekile kararı) değiştirme yetkisi kimsede yok. Direnirsen sana kıyacaklar, bende engel olamam. Çocuklarını yetim bırakmak için acele eşyanı trene yükle ve Erzincan’dan uzaklaş. Batıda hangi ili istiyorsan oraya gönderelim, benim sana yapacağım iyilik ancak bu olabilir.’ Mesajı alınmıştır.
Babamla birlikte savcıdan çıkınca yıldırım hızıyla tren garına ulaşıp, yetkililere hazır olduğumuzu ilettikten sonra hazır olan hayvan vagonuna bindirilip, hiç duymadığımız Aydın’a doğru yollandık.
Kara trenin kömür dumanı içinde 8 günlük bir yolculuk, susuz, tuvaletsiz hayvan vagonunda doğal ihtiyaçlarını giderme sıkıntısı çektikten, yollarda “kim bilir bunlar kaç Türk askerini anlından vurmuştur?” diyenleri de duyduktan sonra Aydın’ın aydınlık bir sabahında, Jandarmasız gözümüzü açabildik. Ölümden kurtulmuştuk ama ya ( kaç asker öldürdünüz?) diyenlere ne yanıt verecektik. Hep öyle bilinmesi babamı üzüyordu.
(Dersim Sürgünü nü anlattığım anılarda, Aydın-Umurlu’ya yerleşme için Anamın verdiği savaşımı yazdığım için burada yinelemeğe gerek görmedim.)
Kara vagon la sürgün gittiğimiz ve çok çile çektiğimiz Aydın’a, yıllardan sonra TCDD Genel Müdür yetkisi ile Malzeme Daire Başkanı olarak, Atatürk’ün Beyaz Treninin özel vagonu ile Ege Bölgesi Demiryollarını denetlemeğe gittiğimde de o günlerin çilesi gözümün önünden gitmiyordu ama son mutluluk eski acıları çok gölgelemiş, bende mutlu olmuştum.
Nereden Nereye ( 1938–1969)