1978 yılı, olayların yoğun geçtiği bir yıl.
Solcuların ve Alevi’lerin Komünist, vatan haini gözü ile görülen, ezilmelerine çalışılan bir süreç yaşıyoruz.
Ben bu ortamda, olayları TBMM kürsüsünde, gücüm yettiğince, dile getirerek önlenmesine çalışıyorum. Ülke bütünlüğü ve ulus birliğine katkı yapmağa çalışıyorum ve TBMM kürsüsüne sık sık çıkıp konuşuyorum. İşsizlik, yoksulluk ve çaresizlik içinde olan halkımızın sesi oluyordum. Bu konuşmalarım, olay çıkarmak istiysen kötü niyetlilerce pek hoş görülmüyordu. Faşistlerin hoşuna hiç gitmiyordum.
Ezilenleri korumamı, yoksulları savunmamı, dağ köylerine hizmet götürmemi, savunmasızları savunmamı ve emekten yana tavır koymamı; karşıtlarım hiç içlerine sindiremiyorlardı. Şikâyetçim oldukça çoktu.
İyi niyetlerim ve köylüye-güçsüze yararlı çabalarım, çalışmalarım, titizliğim kasten yanlış yorumlanıyordu.
Ecevit bile 7yıl sonra, (gurupta yaptığım ve kendisini çok sert eleştirdiğim, bir konuşmam dan sonra) telefonla evimden beni arayarak, “Sayın Karsu, bugün bana çok vurdunuz, ama helal olsun. Ben sizi iyi tanıyamamışım, hakkınızı yemişim, beni affedin olmaz mı? “demişti.
Ecevit’te haklı, beni kötüleyip, başarılarımı gölgeleyen, konuşmalarımdan tedirgin olanlar çoktu. Çünkü ben arı kovanına çomak sokuyordum durmadan. Seçmenlerimin de beni aşırı sevmeleri, karşı cepheyi kızdırıyordu.
Hele Alevileri küçük düşüren ve Lise son sınıfta okutulan (Felsefe Başlangıç) kitabı, TBMM kürsüsünde yırtarak, Demirel ve Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem’in kafasına atmam, beni efsaneleştirmişti adeta. Gelen yüzlerce kutlama mektubu bana mutluluk veriyordu. Hz. Ali diyenler, “20. Yüz Yılın Pir sultan’ı” diye yazanlar… Gelen yüzlerce mektup ve teller (bunlardan birçok örnek sitemde var)beni oldukça onurlandırıyordu. HALKIMA HİZMET BENİM İBADETİM di.
Yaptığım umulmadık hizmetler herkesi kıskandırıyordu. Fitne aleyhimde işlemeğe başlamıştı, ama ben aldırmadan çalışmama devam ediyordum. Osmanlı’da yüzü hiç gülmemiş, hep ezilmiş Anadolu gariban halkıma, elime fırsat geçmişken, hizmet götüreyim gayreti içinde idim. Kimsesizlere, hiç hizmet görmemişlere öncelik vererek, çalışmalarıma devam ediyordum. Kervan iyi de yürüyordu.
8.11.1978 günü saat 00 30 da, yatak odamda uyumakta iken, eşim Leman Karsu’nun acı çığlıkları ile uyandım. Kendisini yere atmış “çocuklarımızı kaçırdılar kalk!!! “ diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu eşim.
NASIL OLMUŞTU, NE OLDU?
6 Aralık 1978 günü, yani çocuklarımın kaçırılmasından bir gün önce, oğlum Serdar Karsu’nun da içinde bulunduğu ve arkadaşı Utku’nun kullandığı araca, MİT aracının yol vermemesi ve bunun üzerine başlayan tartışmada, sayıları 8-10 kişiyi bulan MİT mensupları Serdar ve Utku’ya saldırmışlardı.
7–8 Aralık 1978 gecesi, Üniversitede okuyan iki oğlumun arkadaşı olan Utku’yu, 4 kişilik bir ekip, saat 24 de
Ani bir baskınla, arabasından indirerek tutukluyor, ”Söyleyeceklerimize aynen uyacaksın yoksa işin bitik” diyerek arabalarına alıyorlar ve “Nurettin Karsu’nun evine bizi götür.” Talimatını verdikten sonra bizim kapıya geliniyor.
Kapının önüne gelince, silahlara mermiler sürülüyor. Ekipten 3 kişi kapımızın yan tarafına, biri de arabayı kuytu yere çekerek, sipere giriyorlar. Rehin aldıkları Utku’ya, “apartmanın giriş ziline bas ve arkadaşın olan Serdar Karsu’yu dışarıya çağır; başka bir şey söyleme” talimatını verirler.
Utku, korku ve panik içinde zile basar ve Serdar’ı acele dışarı çağırır.
Serdar, arkadaşına bir şey mi oldu telaşıyla, acele aşağı iner. Utku’nun yanındaki silahlı kişi, Serdar’ı kolundan çekerek dışarıya götürmeye çalışır. O sırada, gürültüleri duyarak, Serdar’ın peşinden aşağı inmiş olan büyük oğlum Selçuk araya girmeye çalışır. Serdar, İTÜ de basketbol oynarken kırılmış alçılı eliyle, kendisini dışarı sürüklemek isteyen kişiyi iterek elinden kurtulur ve ‘bekleyin, üstümü giyinip hemen geliyorum’ der. Hızla üst katta bulunan evimize çıkarak, durumu o sırada gürültüden uyanmış olan annesine bildirir. Tam bu sırada da, apartman kapısındaki silahlı kişiler, büyük oğlum Selçuk’u silah tehdidiyle ve tartaklayarak arabaya bindirir ve kaçırırlar.
Eşimin feryatla beni uyandırmasından sonra, yataktan fırlayıp aşağıya indiğimde, artık kapıda kimsenin olmadığını ve Selçuk’un da kaçırılmış olduğunu anlayınca şok içine girdim. Gece yarısı saat 00/30 (*)
Sayın Ecevit Başbakan, İrfan Özaydınlı İçişleri Bakanı, ben iktidarda olan bir partinin Milletvekili; evde uyurken gece yarısı çocuklarımı silahlı bir TİM kaçırıyor. Hem de Derin Devletin MİT’i ne bağlı bir TİM. Tepem attı.
İktidarda olan bir partinin Milletvekili olan bana bu yapılırsa, sahipsiz vatandaşa ne yapılmaz?
Telefonla gecenin o saatinde. İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı, CHP Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ’ı, Ankara Valisi’ni ve Emniyet Genel Müdürü’nü arayarak, olayı anlattım ve sert bir tarzda öfkemi ortaya koyarak, kaçırılan oğlumun canlı bulunmasını istedim.
Başbakan Ecevit’e o gece bildiremedim, çünkü telefonla Ecevit’e ulaşmak hiçbir zaman olanaklı değildi. Telefonunu hiç birimiz bilemezdi, bilenlerde sır gibi saklardı. Zaten Ecevitlere ulaşmak, parti içinde en güç bir sorundu her zaman.
Bu haklı çağrımdan sonra, gece evimin etrafı polis kordonu ile sarıldı. Ben kaçıranların Ülkücüler olabileceğini varsayarak, onlar üzerinde duruyordum. Bunu Çankaya Polis karakolunda da ifade edince, iyi niyetli ve tanımadığım bir polis, beni bahçenin tenha bir karanlık köşesine götürerek, ”Sayın Milletvekilim, bu olay gündüz planlanmış, çocukların uzaktan çekilen ve onlara gösterilen o fotoğrafları, çekebilen o fotoğraf makinası, yalnız CİA da ve MİT ta bulunur bunu bilesiniz.” Deyince hiç ummadığım gerçek ortaya çıkmış oldu. Polise teşekkür ettim. Yiğit bir polismiş gerçekten. Ona minnettarım.
Bu gerçeği öğrendikten sonra, işimin daha güç olduğunu kavradım ve ne olursa olsun kararlılıkla yürüdüm.
Oğlum Selçuk’u kaçıran Tim’in başı (Mehmet Eymür olduğu sonradan ortaya çıktı) şoföre, ”Hızla Gölbaşı’na gidiyoruz.” Talimatı verirken, bir yandan da Selçuk’u döverek, ”Baban Mecliste çok ileri gidiyor, bunun hesabını vereceksiniz!” Diyerek Gölbaşı’na yaklaşırken, daha doğrusu, Göle atma planını uygulama aşamasında, polis telsizleri, benim feryadım üzerine, işlemeğe başlıyor. “Milletvekili çocuğu kaçırılmıştır, polis bütün yolları kapatmakta ve aramalar yapılmaktadır. Polis ALARM durumundadır.” Anonsunu duyan Tim’in morali bozulur ve GÖL’E atma planı bozulur. ODTÜ öğrencisi olan, hiçbir eylemi olmayan oğlum Selçuk’u iyice tartakladıktan sonra, ”Babana söyle bir daha ileri gitmesin, sonunuz kötü olur.” Dedikten sonra, çaresiz kalarak evin 500 metre uzağında bir yerde, gözlerinin bağını çözerek, yalın ayak, yırtılmış pijamalı perişan bir konumda iken, ”arkana bakmadan git. Arkana bakarsan vururuz.” Talimatı ile bırakırlar.
Biz, aramaları takıp ederken, Selçuk’un her tarafı kan içinde eve döndü haberini, polis karakolunda aldık.
2.Şubeden 06 AA 915 plakalı araçla evime gelen Komiser Selim Şahin ve Komiser Mehmet Şencan önce olaya çok ilgi gösterdiler. Sonradan yolda rastladıkları telsizli bir görevlinin ve 2.Şube Müdür Muavini Rasim beyin 4. kanal telsizle, “Bu olay çok önemli, üzerinde durmayın, basit darp olayı şekline sokarak kapatmaya çalışın. Talimatı polislere yağıyordu.
Bunun üzerine, o anda gelmiş olup, gayret gösteren tüm polisler dağıldı ve yalnız karakol nöbetçisi kaldı. Çağrılan Doktor, Selçuk’a 4 günlük rapor yazdı. Baskı altında 4 gün bile mucize idi.
Parti Genel Sekreteri M. Üstündağ (Nur içinde yatsın) sabaha karşı evime gelen tek partili arkadaştı. Aklıma gelmişken bir gerçeği de söylemeden rahat edemem: Bu olaya, Milletvekili arkadaşlarımdan hiçbirisinin ilgi göstermediğini, üzüntü ile anımsıyorum. Sosyal Demokratlığı kimseye bırakmayanlar, halkçılığı ile övünenler suskunluk içinde idiler. Olayı bana soran bile olmadı. Nedenini anlamış değilim.
Ben 8 Kasım 1978 sabahı savaşım bayrağını açtım.
Olayı Başbakan Ecevit’e anlattım ve MİT içindeki bu Tim’in saptanmasını istedim. Önce Ecevit’in pek önemsemediğini, hatta Amerika’dan da bir örnek verince de, zor bir işle karşılaştığımı daha iyi anladım.
Ben acilen suçluları saptayıp, yargıya verelim çabasında iken, Ecevit bana, ”Sayın Karsu, bu işler böyle. Amerika’da da Başkanların sözü CİA ya pek geçmez.
Başkan Carter ile CİA Başkanı arasında uzun çekişme oldu, bu işler kolay olmuyor. Deyince donup kaldım ve oldukça sert yanıtladım:
“Sayın Başbakan, siz iktidar olarak bir Milletvekilinizin, masum oğlunu koruyamıyorsanız, sahipsiz vatandaşları nasıl koruyacaksınız? İki oy farkla ayakta duran kabinenizi güven oylaması ile düşüreceğim, sabrımın sınırına geldim. Vebali sizin ve kabinenizindir.”
Bunları duyan Ecevit’in bütün tikleri oynamağa başladı. Durum değişti. Sabırlı olmamı, biraz süre tanımamı istedi.” Sayın Başbakan, iki gün bekleyeceğim, çözüm olmazsa, ne yapacağımı bende bilemem. Diye yanıtladım.
MİT mensuplarının yapacağını, bir türlü kabul etmeyen İçişleri Bakanı Özaydınlı ya da ayni tavrımı, ayni üslupla bildirdim. İş uzamağa başladı, ben Meclisteki oylamalara girmemeğe başladım. Olayı soğumaya bırakmıyorum, devamlı üzerinde olduğumu Ecevit’e duyumsatıyorum.
Bu kesin tavrım üzerine, Özaydınlı, 9 Kasım 1978 günü saat 13 00 değin benden süre istedi, “olur ”dedim.
Ayni gün saat tam 13 00 da, Meclis kulisinde yanıma gelerek sonucu iletti: ”Sayın Karsu dedikleriniz doğru, kaçıran oto ve kişileri saptadık. Adliye’ye veriyoruz. Sayın Başbakan sizinle görüşecek, geniş bilgi verecek.”
Ayni gün, girdiğim Meclis toplantı salonundaki sıramda otururken, tam saat 16 00 da Sayın Başbakan Ecevit yanıma gelip oturdu ve ”Sayın Karsu, iş aydınlandı. MİT Müsteşarı Adnan Ersöz’ü akşam konuta çağırdım.
Sonra sizinle de görüşeceğim.” Deyip yanımdan ayrıldı.
Ayni gün akşam saat 19 40 da, Ecevit beni evimden, telefonla arayarak, Başbakanlık konutuna çağırınca gittim.
Konutun büyük salonundaki, büyük toplantı masasının başında, Ecevit duvar tarafında masanın başında, İçişleri Bakanı ile MİT Müsteşarı da masanın yan tarafında ve Ecevit’in solunda oturmaktalar.
Ben içeri girince, üçü de beni ayakta karşıladılar. Başbakan sağındaki yeri bana göstererek, oturmamı istedi.
Yerim Bakanın ve Müsteşarın tam karşısı idi.
Karşımdaki duvarda da Atatürk’ün büyük bir resmi vardı. Olayı tüm çıplaklığı ile ortaya koyup, sorumluların açıklanmasını ve yargılanmasını istiyordum. Ama duyumsadığım kadarıyla, MİT bunun açığa çıkmasını kesinlikle istemiyor, Başbakanı oyalamağa çalışıyordu.
Başbakanı oyalayarak ikna etmek onlara daha kolay geliyordu. Esas güç olan, beni ikna edip bu işi kapatmaktı. Ama ben her şeyi göze almıştım. Günahı olmayan insanlara bunu yapmalarını, bir türlü içime sindiremiyordum. Bu benim yapıma da ters düşüyordu. Bu düşünce ile Başbakanın sağına oturdum.
Görüşmeler başladı:
Sayın Başbakan Ecevit, olaydan çok üzüntü duyduğunu, Müsteşardan rica ettiğini, sağ olsun Müsteşarında olay sorumlularını, kendisine en kısa sürede bildireceğini buyurdu.
Müsteşar, olayın, güya yapılmakta olan bir görevin, benim çocuklar tarafından engel çıkarılması sonucunda, meydana geldiği şeklini savlayarak, karşıma olmayacak engel, çıkarma çabası içindeydi.
Ben işin rengini değiştirme çabasını görünce, tavrımı bir kez daha net bir tarzda yineledim:
“Sayın Başbakan, bu suçluların hemen bulunması şart. Bu olmadığı takdirde yarın, basın toplantısı yaparak her şeyi, kamuoyuna açıklayacağım. Alevi (Türkmen) olmaktan başka bir kusuru olmayan bir Milletvekilinin çocuklarını, gece yarısı evinden kaçırıyorlar, siz emrinizdeki kurum içinden bunları bu saptayamıyorsunuz.
Bu kurum, Alevileri, bu güne dek hep potansiyel suçlu olarak göstermiştir. Alevilerin Türkmen olduğu bile bilinmiyordu. Gerçekleri O kurumdakilerin bilmesi gerekir.
Atatürk İlkelerine yürekten bağlı, Hacı Bektaş Veli Öğretisiyle yetişmiş insanların, bu ülkeye ihanet etmesi olanaklı mıdır?
Ben hepinizden daha çok Atatürkçüyüm. Atatürk kurtarmasa idi bu ülkeyi, ben Osmanlının bana biçtiği çobanlıktan başka bir şey olamazdım. Ama sizler gene bir yerlerde olurdunuz, bu olanağınız vardı. Osmanlıda bu olanağa ben sahip olamazdım.”
Konuşmamın kural dışılığı, oldukça şaşkınlık yaratmadı değil. Ama isimleri vermek ağır geliyordu onlara.
İki saat süren toplantıdan sonra, Başbakan,” Sayın Karsu basın toplantısı yapmamanızı rica ediyorum. Bana fırsat verirseniz, kısa sürede isimleri MİT ten alacağım. Siz rahat olun.” Dedikten sonra, toplantıyı sonlandırdılar. Ben gayet nazik bir tarzda uğurlandım.
Başbakan değil ama, diğerlerinin bunu örtmekte kararlı olduklarını, bir kez daha anlamıştım. Ama bende kararlıydım.” Ne ezilen ne ezen, hakça insanca bir düzen;” vaadimizi anımsayarak yürüdüm.
10/Kasım/1978 Sabahı İçişleri Bakanı ile telefon görüşmemiz oldu. “Sayın Karsu merak etmeyin suçlular cezasını görecekler. Diyen bakan, daha önce bana, “ Sayın Karsu, MİT mensupları bir Milletvekilinin oğlunu nasıl kaçırırlar, böyle nasıl düşüne biliyorsunuz? Anlayamıyorum, bu olmaz.” Diye diretiyordu.
Büyük bir çekişmeden sonra, 7 kişilik bir listenin Kavaklıdere Karakoluna verildiğini söyleyen Bakan beni sevindirmişti.
10.11.1978 Pazar günü saat 13/30 da Erzincan Valisi Mehmet Şahin, konutumda beni ziyarete geldiler, dört saat süren görüşme yaptık. Vali bana: Erzincan olaylarında da MİT parmağı olduğunu, benim yakınlarımı saptadıklarını ve hatta kendisine de sorduklarını, telefonlarımın dinlendiğini çekinmeden, bana yiğitçe tavrını koyarak, benim de doğruluğumu bilerek anlatmıştı.
Karakola verilen 7 kişilik MİT listesi, (9.11.1978-C/962, Hazırlık 1987/33066 sayı ile) 15.11.1978 günü Savcılığa ancak ulaştı. Başsavcı dosyayı, savcı yardımcısı Arif Ünal Ersoy’a vermişti.
MİT ten gelen rapor, olayı saptırarak, kaçırma ile ilgisi olmayan bazı isimler gönderdiğini, bir oyalama taktiği uyguladığını öğrenerek bir kez daha şaşıp kaldım. Sıkıştırmama karşı, iftiralar başladı.
26.11.1978 tarihli Tercüman Gazetesine Manşet attırıldı “Milletvekili Nurettin Karsu’nun oğlu MİT şoförünü dövdü. “
Eylemcileri vermemekte MİT kararlıymış. MİT’ten eylem yapanın ismi verilemezmiş.
27.11.1978 günü TBMM de bir basın toplantısı yaparak, olayları basınla paylaştım.
Bir Milletvekili olarak benim muhatabım, Hükümetin Başı Başbakandı.
CHP Gurubunda, MİT le ilgili bir Genel Görüşme önergesi verdim. Başbakan bana, isimleri alacağını, bunun için önergeyi ertelememi ricasında bulunduğundan, bende ertelemeyi uygun buldum.
İsimleri Başbakana vereceklerini söz verenler, sözlerini yerine getiremiyorlardı. Direnmenin Müsteşar Yardımcısı Recep Ergun’dan kaynaklandığını öğrenmiştim.
Banim çok tehlikeli bir Alevi-Kızılbaş olduğumu, Meclisi karıştırdığımı, buna sahip çıkılmaması gerektiğini, Utkunun babasına (eski namuslu bir subay) söylüyorlarsa da ondan sonuç alamıyorlar. Birçok tuzak düşündüklerini hem duyuyordum ve hem de duyumsuyordum.
29.11.1978 günü saat 16-30 da Meclis Birleşim Salonunda, oturduğum sıraya, Sayın Ecevit gelip yanıma oturdu ve “ Sayın Karsu, memur oldukları için isimler verilemezmiş, savcının dosyayı onlara göndermesinden sona mahkeme istermiş vs.”
Başbakan benden yana tavır koyup, suçluların çıkmasını isteyince, yanlış bilgilendirme yoluna gidildiğini anladım ve çok sert konuştum. “Sayın Başkanım bunlar sizi kandırıyor, hukukçulara sorun, yanlış olduğunu göreceksiniz.” Tepkim üzerine; Meclisteki odasında bir toplantı yaptık. Toplantıya Başbakan müsteşarı Ahmet Durakoğlu ve Adalet Bakanı çağrıldı. Durum anlatılınca, hukukçu olan Ahmet Durakoğlu, bunların söylediklerinin yanlış olduğunu, isimleri derhal bize vermeleri gerekir. Aksi halde, emre uymamakla amirleri suç işlemiş olur. Hatta ad vermeyenler hakkında savcı takibata geçebileceğini ifade etti.
Ecevit kendisini yanıltmak istediklerini anladı sanıyorum; dağıldık.
30.11.1978 günü Başbakanlık Müsteşarına gittim; beni bekliyormuş. “Sayın Karsu, bugün Sayın Başbakan MİT Müsteşarını aradı ve isimlerin, bugün mutlaka Başbakanlığa ulaştırılmasını, kesin emirle istedi. Başbakanın bu derece hiddetlendiğini hiç görmemiştim, yumruğunu masaya vurduğunu şaşırarak gördüm. İsimler geliyor gözün aydın.” Haberine sevindim ama gene de tam emin olamadığımı söyleyince Durakoğlu,” Sen yarın gel görürsün.”
Ertesi günü Başbakanlığa gittiğimde, isimlerin geldiğini, fakat memur oldukları için MİT disiplin kurulundan geçmesinden sonra mahkemeye ancak gidilebilirdi. Memuriyet yasası buna amirdi.
Gerçek suçluların adları bildirilmişti:
1- MİT Baş Müfettişi Mehmet Eymür.
2- MİT elemanı Erkan Ertuğ
3- MİT elemanı Zafer Gürtan
4- MİT şoförü Kemal Düşünceli
Suçlular meydana çıkarılınca, mahkemeye gitmesinler diye, MİT Disiplin Kurulu acilen toplanıp MİT’İ kurtarma gayretine girdi.
MİT Disiplin Kurulu:
Başkan: MİT Müsteşar Yad. Kor. General Recep O. Ergun
Üye: MİT İstihbarat Başkanı N. Yusufoğlu
Üye: MİT Psikolojik Savunma Başkanı Ali Kuralı
Üye: MİT ETHT. Başkanı Hilmi Turgut
Üye: MİT Hukuk Müşaviri Şahap Homriş
Üye: MİT İİB. V. Tevfik Köküöz
Üye: MİT Debi Başkan V. Nahit Yazıcı
Üye: MİT Tef. Kurul Başkan Vekili Hikmet Ökem.
Bu Kurul, suçluların mahkemeye verilmesine gerek olmadığına OYBİRLİĞİ ile karar vermişti.
Yani suçlu TİM in muhakeme edilmesini kabul etmiyordu.
Alınan kararı Ecevit’e bildirdim ve Meclise gelmeyeceğimi bildirdim.
Genel Sekreter Mustafa Üstündağ’ın telefon ederek, Mecliste Sayın Başbakanla beklediklerini bildirince, bana gitmek düştü ve gittim.
Meclisteki Başbakanlık makamında: Başbakan, Üstündağ ve Prof. Muammer Aksoy (ışıklar içinde yatsın) bekliyorlarmış. Uzun tartışmadan sonra, Danıştay’a dava açmak gerektiği ortaya çıktı.
Ben, bu sorun hükümetindir, çözmesi gerekir; diye diretince Hoca Aksoy, “Sayın Karsu sen hiç merak etme dilekçeyi ben hemen yazacağım ve Danıştay kısa sürede bu kararı iptal edecektir.” Sözleri beni iknaya yetmişti. Hoca Aksoy hemen orada Danıştay dilekçesini, benim adıma yazdı.
Başbakan oldukça rahatlamıştı. Akşamın hayli geç vaktiydi, beni Meclis Lokantasına davet edince, kırıldığımı ileri sürerek gitmeyeceğimi söyleyince de, Ecevit, “ Sayın Karsu beni kırıyor ne yapalım? “ sitemi üzerine, geç kalan akşam yemeğini, birlikte yedik.
Danıştay’a Prof. Sayın Muammer Aksoy’la birlikte gidip, yazıyı verdik.
Dosya Danıştay 2.Dairesine (979/581) numara ile kaydoldu.
Danıştay 2. Dairesi davaya bakarak, 1979 Mart ayı sonunda karara bağladığını öğrendim.
Danıştay Kararı olumluydu. Yani MİT elemanlarının yargılanmasını karara bağlamıştı.
(Danıştay Karanın gerekli yerlerini yazımın sonuna ekledim.)
Bundan sonrada birçok olaylar oldu, tehdit edildim. Hayatın tehlikede diye telefonlar oldukça çoktu. Bu olanları anlatmağa kalkarsam çok uzayacak. Onun için kısa kesiyorum.
Danıştay kararından sonra Savcılık Ankara Asliye Ceza Mahkemesinde Dava açtı. Mahkeme işlemeğe devam ediyordu. Benim ve çocuklarımın ifadesi alınıyordu. Suçlulara oldukça sert davranıyordu hâkim.
Benim çıkışlarım ve dayatmam üzerine, Başbakan, Timin başı sanık MEHMET EYMÜR’Ü MİT ten alarak, İstatistik Enstitüsüne, sıradan memur olarak atadı. MİT ten atılması ona çok ağır gelmişti. Ona göre İstatistik Enstitüsü, solcuların ve komünistlerin yuvası olarak görülüyordu. Korkmuştu.
Asliye Ceza da yargılanmaya başlanması, Mehmet Eymür’ü perişan etmişti.
Mehmet Eymür den bir telefon: “ Sayın Karsu, ben M. Eymür sizinle görüşmek istiyorum. Kabul ederseniz, nereye derseniz oraya geleceğim; rica ediyorum lütfen beni kabul edin..” demez mı?
Düşündüm ve Meclisteki CHP Gurup Başkan Vekillerinden Hayretin Uysal’ın odasında buluşmaya çağırdım.
Sabah 9 sularında geldi. Uzunca konuştuk, kaçırmanın sebebini sordum açıklamadı.
Peki dedim, gece yarısı benim çocuklarımı kaçırıyorsun; ben uyansaydım ve karşılaşsaydık ne olurdu düşündün mü?
Mehmet Eymür’ün yanıtı çok ilginç ve felaketti, “ Sizinle vuruşurduk.” Deyince şaşırdım.
Bana geliş nedenini ve ricasını anlattı: Sayın Karsu, bana sebebini sormayın. Beni Devlet İstatistik Enstitüsüne attırdınız; orada adam yerine koyan yok kahır oluyorum. Üzüntümden, saçkıran bende saç bırakmadı (saçlarını, önümde eğilerek gösteriyordu). Yıllarca uğraştım emek verdim,tam Daire Başkanı olmak üzere iken, bu olayla hayatımı kaydırdınız.
Sizden ricam şikâyetçi olmayın. Mahkemede bizi suçlamayın, bana yardım edin.
Ben, size ricada bulunması için, Sayın Müsteşarıma çıkıp dilekte bulundum. Bana,” Oğlum O adam bildiğin Milletvekillerinden değil, Başbakan’a, ’Başbakanlık konutunda, ben sizden daha Atatürkçüyüm’ diye pervasızca cevaplar veriyordu. Ben ona gidemem. Dediği için ben kendim size ricaya geldim.
Eymür’ün ricası bende burukluk yarattı. Duygusal yanım ağır bastı; her şeye karşın O nu bağışladım.
Asliye Cezada dava yürüyordu, şikâyetçi olmadığımı hâkime söyleyince, savcının ve hakimin hayret ettiklerini kolayca gözlemledim. Kimseye kin tutamıyorum, buda benim zaafım. Bağışlamak iyidir.
Davanın gidişi, çok ceza alacaklarını gösteriyordu. Suçlular oldukça sıkıntı içinde idiler.
Tam bu sırada, Kenan Evren imdatlarına yetişti. 12 Eylül tüm şiddeti ile geldi ve halkı ezmeğe başladı.
MİT Yasasının ,” Devletin görevlendirdiği elemanlar için, cezai takibat yapılmaz “ maddesi esas alınarak, Başbakan Ulusu’dan Mahkemeye gelen yazı üzerine, mahkeme yetkisizlik kararı almak zorunda kalmış olduğunu öğrendim. İmdatlarına Kenan Evren ve ekibi yetişmişti. Ülkede Hak Hukuk yok edilince ben ne yapabilirdim? Çileyi tüm Sosyal Demokratlar birlikte çektik. Evren Cumhurbaşkanı olsun diye.
Bu bizim olaydan 42 gün sonra MARAŞ (23-24/11/1978) ve ÇORUM olayları meydana gelince, o olaylara başlamanın gerekçesi yapacaklarmış beni, sonra anlayabildim. Ucuz atlattığıma şükrettim.
12 Eylül 1980 Darbesi TBMM yi dağıtmış, beni de tutuklamıştı.
Meydan gene boş kaldı. Kenan Evren At oynatıyordu. ŞİMDİ DE MOLLALAR.
(Olayla ilgili belgeler Sitemde mevcut)
(*) Olay, “Bay Pipo” ve “Gizli Kulaklar Ülkesi” kitaplarında konu edilir.
?..