1955–1958 yılları, Kemer Barajı ( Aydın- Bozdoğan ) inşaatının başlayıp bittiği yıllar.
Çiçeği burnunda genç bir mühendisim. O yıllardaki Mühendis kıtlığı nedeniyle, Bakanlar kurulu kararı gereği askerliğimi DSİ Ankara 5. Bölgede yaptıktan sonra, isteyim üzerine, yeni başlanan Kemer Barajı İnşaatına atandım. Dağ başında mahrumiyet bölgesi. En yakın Nazilli 55 Km. Yol yaparak şantiye ulaşımını sağlıyoruz öncelikle. Yolların yokluğu, derelerin köprüsüz oluşu, Fransa’dan gelen makine ve ekipmanı taşımak oldukça güçlükle yapılabiliyordu. Aydın-Nazilli arasındaki dereler yol vermediğinden, Aydın,Gölhisar,Armutlu,Kozalaklı, Karahayıt, Dalama, Yenipazar ve Alamut köylerini takıp ederek, Menderes nehrinin sol sahilini takıp ederek TIR ları götürebiliyorduk.
Baraj Müteahhidi EMCE-RAR firması ( Fransız ve Türk ). Biz DSİ 14. Bölge Kontrol ekibiydik. Ben önce kontrol mühendisi, sonra Şantiye şefi ve sonra da Makine ve Teçhizat Kontrol Baş Mühendisi olarak, baştan bitene dek barajda çok önemli çalışmalar yaptım. Başarılı olduğumdan kısa sürede Başmühendis oldum.
Baraj içine konulan ve türbinlere basınçlı suyu götürecek olan, 270 cm. çapındaki CEBRİ boruların döşenmesi ve kaynağı da İtalyan’larca yapılıyordu.
Kaynak kontrollerine,çekilen rotken filmlerini de ben kontrol ediyordum. Çekilen röntgenlerden, kaynakların iyi olmadığını gördüklerimi söktürüp yeniden yaptırıyordum. Bu evrelerden birinde yapılan kaynakların iyi yapılmadığını, filmlerden saptayarak, kaynakların hava tabancası ile sökülmesini ve kaynakların yeniden yapılmasını istedim. Müteahhit itiraz ederek sökmeyince, onay vermediğim için, beton döküm işini de haliyle durdurmuş oldum. Fransız ve İtalyanlar kıyameti koparıyorlardı, 5000 kişilik şantiye durdu; çünkü ben beton dökülmesine izin vermiyordum. Sorumluluğum büyüktü. Ama kaynak filmlerini doğru okuduğuma ve sakat yerlerin saptamasını doğru yaptığıma, kendimden emindim. Bölge Müdürlüğü de bana inanıyor, güveniyordu.
Müteahhit firmanın Genel Müdürü Büele (Türkçe okunuşu), İzmir’de bekleyen özel uçağı ile, filmleri alarak Ankara’ya DSİ Genel Müdürü Süleyman Demirel’e götürdü. ( o sıra henüz Demirel’le kavga etmemiştik).
Süleyman Demirel, Fransız’ın getirdiği filmleri,Genel Müdürlükteki uzmanları toplayarak inceletir. Sonuçta benim koyduğum tanının doğruluğuna, Ankara’da karar verilir. Bu olay Mühendisliğim açısından önemliydi.
Müteahhit mahcubiyet içinde kaynakları söküp, dediğim gibi yenilediğinden, kavga sonuçlanmış oldu.
Barajlar dönemini başlattığından Demokrat Parti büyükleri, sık sık baraja gelir, durumu izlerlerdi. Örneğin her sabah Başbakan Adnan Menderes ( Saat 10-11 ) telefon açarak, bir gün önce kaç metreküp beton döküldüğünü ve kapatılan baraj suyunun kaç kotuna yükseldiğini mutlaka sorar ve öğrenirdi. Barajlar, devrin Devlet Erkanı tarafından sıkça ziyaret edilirdi.
Demirel sofrasında yakılan kırmızı kravat:
Süleyman Demirel, yeni DSİ Genel Müdürü olmuş, baraja ilk kez gelmişti. Onuruna verdiğimiz akşam yemeğindeki bir olayı anlatmam, sanıyorum bu yazıya biraz renk katmış olur sanırım:
8-10 kişilik bir akşam yemeği, ben hariç, içki almayan yok. Saatler ilerledikçe masamız şenleniyordu.
Sonunda İzmirli birkaç arkadaş, komünizm’le kırmızıyı eşleştirerek arkadaşların kravat renkleri gözden geçirildi; çok sessiz, efendi bir arkadaşımız olan mühendis Necip Burdurluoğlu’nun KIRMIZI kravatı ele alındı, boynundan çıkarılarak, masada Demirel şerefine, büyük bir merasimle tutuşturulup yakıldı. Ben ve kravatı yanan Necip Bey hariç, Demirel ve arkadaşlar Komünizm’i barajda yok etmenin zaferini yaşadıklarını hiç unutmadım; bu güne dek kimseyle de paylaşmadım. Sürgün ettiği halde.
Acımasız sürgün başladı, hizmetime ihtiyaç kalmamıştı.
Dört yıl süren çok güç koşullar içinde, Barajı tam bitirip, işletme aşamasına gelindiğinde, o kravatı yakan ekip ve dolayısıyla Demirel’le aramızın açılması, Bölge Müdür Yardımcısı Vedat Önsal ve benim sürgün edilmemize neden oldu.
Beni Hirfanlı Barajına, Vedat Önsal’ı da Demir Köprü barajına atadı. Vedat bey ayrıldı, memleketi Adapazarı’na gitti; sonra Belediye Başkanı oldu. Sonra da Demirel çağırdı, İller Bankası ve Demiryolları Genel Müdürü yaptı. Oradan da Sakarya Milletvekili ve Demokratik Parti kurucuları arasında oldu. O da Demirel’le anlaşamadı.
Bana gelince, ben dengimi yükleyip Hirfanlı barajı’na gittim. Boş lojmanlar var fakat Bölge müdürü bana vermek istemiyor bir türlü. Bir sıkıntısının olduğunu fark ettim; Demirel den, “lojman verme sürünsün” talimatı aldığını duyumsadım; kendisine bir mektup yazdım. “ Genç bir genel müdür olarak geldiğin gün, en çok ben sevinmiştim, ama bugün hala genel müdür olarak kalmandan da en çok üzülenin ben olduğunu görüyorum.”
Mektuptan 2 gün sonra Ankara’ya giderek, doğru DSİ deki makamında, Genel Müdür Demirel’in odasına girdim. Demirel beni görünce fırlayıp ayağa kalktı ve bana,” beni sen mi buraya genel müdür yaptın” sorusuna benim cevabım, “ bunda benimde payım var. Ailecek beni perişan etmeğe ne hakkın var. Barajda ki başarılı çalışmamım ödülü bu mu olmalıydı? Yazıklar olsun. Bundan sonra çalışmayacağım.“ diyerek kapıyı çarparak ayrıldım. Arkamdan “ vahdeti bozduğun için işine son verilmiştir.” Yazısı gelince, denkleri, vefakar ve cefakar eşimi ve iki küçük oğlumu alarak Hirfanlı Barajından Aydın’a döndüm.
Sonra da, atandığım Erzincan Sümerbank Fabrikası İşletmeler Şefi olarak, başarılı çalışmam ve halkın olumlu algılamalarını gören Demokrat Partililerde tedirginlik başladı.
Milletvekili adayı olacağım varsayımı, Milletvekilleri üzerinde de hayli korku yaratmış olmalı ki, Erzincan’da henüz bir yıl dolmak üzere iken “Yıldırım Tel. Emriyle “ Adana Çırçır fabrikası emrine,” sıra mühendisi olarak” sürgün fermanı gelmiş oldu. Daha doğrusu sürgün sürecim devam ediyordu. ( Onu ayrı yazacağım.)
Kemer barajı anılarımdan birini yazamazsam, okuyanlarla paylaşamazsam vebal altında kalırım
Ankara’dan her zaman olduğu gibi, sık sık konuklar, amirlerin geldiğini yukarıda yazmıştım. O günde DSİ Genel Müdürü Süleyman Demirel’in Muavini gelmişti, Orhan Göncüoğlu. Akşam yemeği yiyoruz, neşemiz yerinde. Ülke sorunları, halkın çalışması söz konusu olunca, Genel Müdür Yardımcısı, “ yahu çocuklar, köylülerimiz çok tembel; ama Ankara’dan çıkıp Doğuya doğru giderken Ankara’ya yakın bir köy var; Hasandede köyü. Bu köyü görmenizi isterdim. Çok çalışkan ve oldukça da temiz, pırıl pırıl bir köy, ” Nevarki Aleviler “ dediğini duyunca çok üzülmüştüm. O gün duyduğum o sözden anladım ki, “Kimse ( kodamanlarımız dâhil ) Alevilerin ne olduğunu, kim olduğunu ve nerden geldiğini bilmiyor ve bu bilinmezlikte dolayı bir aşağılama var.” Öyleyse bu cehaletin savaşımını verme görevi, bir Alevi ( Türkmen ) olarak bana düşüyor. O günden sonra, hep tanıtma kavgası verdim; baraj da, fabrika da, büroda ve TBMM de savaşım verdim çekinmeden. Bazıları beni mezhepçi tanıttı, kimisi bölücü gördü. Sonunda yanıldıklarını anlayanlar çok oldu, çok az anlamayanlar kaldıysa da onları, dar görüş ve katı düşünceleriyle baş başa bıraktım.
Amacımın, Ülke bütünlüğü- Ulus birliği olduğunu ve Atatürk İlkeleri’nin iliğime işlenmiş bulunduğunu, öğrendi herkes sonunda.
12 Eylül 1980 de Merkez Komutanlığında tutuklanışım, Kenan Evren’in de bilmeyenlerin kefesinde olduğunu göstermiyor mu? Ecevit bile, beni çok geç anladığını, evime telefon açarak, ifade etmiş ve benden özür dilemişti. Benim görevim oldukça zordu. Bin yıllık bir yanlış MUAVİYE anlayışını düzeltmek kolay mı ?
Nurettin Karsu