Tedirginliğin ve Acımasızlığın Doruğa ulaştığı 1937-1938 çileli yıllar.
Dersim (Tunceli) Doğa yapısı açısından tarıma uyumsuz, hiçbir geliri olmayan, Doğa koşulları acımasız, düz- sulu ekim yok ve her an açlıkla karşı karşıya kalmış yoksul bir halkın yaşadığı, Osmanlı dâhil, asırlarca hiçbir yönetimin sahip çıkmadığı, kendine özgü kapalı bir topluluk bölgesi. Halkı kendi kaderine bırakılmış, asırlarca hiçbir iktidardan ilgi görmediği gibi horlanmış ve unutulmuş bir bölge.
Kendi içinde aşiret ve aşiret ağalarının buyruğu ve Alevi (Türkmen) Horasan-Türkistan geleneği ve kültürü ile yaşayan, bir lokma-bir hırka, hoşgörüsü ile yaşam savaşı vererek kalabilmiş bir topluluk.
Yoksulluk ve cehaletin çıkmazına düşen halk, çaresiz kalmış açlığını gidermek için, çare aramağa başlamış. Çevreden yararlanmadan başka bir olanak görülmüyordu o günlerde. Bugün İstanbul’da aç insanların sokakta çanta kaçırdığına benzer bir yasadışı yöntemle, zorunlu olarak, komşu illerin mallarını, yasak ve cezaları da göze alarak, kaçırmak zorunda kalıyorlardı.
Açlığın hüküm sürdüğü, aç çocukların ağladığı, yoksulluk bıçağının kemiğe dayandığı ve yönetim zulmünün dinmediği yerde, insanları yasaların dışına çıkarma zorunda bırakarak suça yönelttiği bir gerçek. Günden güne daralan bir yoksulluk çemberi. Devletin sahip çıkmadığı, dağda Doğayla yaşam savaşımı veren Dersimli ne yapabilirdi? Yaşamak için tek çaresi vardı, her şeye rağmen çevreden yararlanmak. Buda çevreyi tedirgin ediyordu. Ama açlık ve çaresizlik, yasal olmasa da, gaspı göze aldırıyordu. Düzen toktan yanaydı, Dersimliyi kendinden gayrı kim düşünecekti. Özgün inancı ve dik duruşu etrafta bir türlü kabul görmüyordu.
Jandarma da bozuk düzenin egemen gücü olarak, tek tek suçluyu tüm suçlu konumuna getirip, Dersimliyi canından ediyordu. Yoksulluğa, açlığa ve zulme karşı gelmemek, ancak hayvanların faziletidir. Herkes Dersimlinin suçluluğu konusunda ön yargılıydı. Horasan’dan getirdiği Türkçe dili de değişime uğramıştı, kendini gereğince ifade edemiyordu. Örneğin, hiç Türkçe bilmeyen, zazaca konuşan bir dede dua-gülbeng verirken öz Türkçe verirdi, o duanın içinde zazaca veya Arapça sözcük görülemezdi.
Büyük Türk Hükümdarı Celalettin Harzemşah Ordularının Moğollara yenik düşmesi sonucu Dersim kırsalını yurt tutan Türkmen/Kızılbaş/Alevi Dersimli yoklukla karşı karşıyaydı. Verimsiz toprak yardımsız çevre, ilgisiz devlet ona sanki ‘başının çaresine bak’ diyordu. Çare TEK idi. Çevreden yararlanmak.
Emevi İslam çevrenin içine sindiremediği Alevi Dersimlinin birde malına ortak çıkması, malını ve davarını götürmesi bu Emevi Sünni İslam komşu illerin devamlı olarak şikâyetlerine yol açıyordu.
Jandarma baskı ve zulmünün artması dayanılmaz kerteye gelince, dersimin ileri gelen aşiretlerinden Şeyh Hasan Aşiret Reisi Seyit Rıza 1938 öncesi Atatürk’e bir mektup göndererek ricada bulunuyor : “… Şayet Hükümet hizmet ve sadakatimizden şüphe ederse, aba vu ecdadımızın eskiden geldiği Yukarı Türkistan-Horasan Vilayetine, bütün mensubini aşiretimizle hicret etmeğe himmet buyursun.” Kaynak: ( Askeri Tarih Str. Etüt Başk. Arşivi. Doç. Dr. Yaşar Kalafat)
Ne yapmış Dersimli? Aç kalmış etraftan yararlanmış. Devletin sahip çıkmadığı insanlar, karın doyurmak için çare arama zorunda kalmıştı. Bulamazsa, açlık süreci kader olursa ne yapsın Dersimli? Ortada Sosyal Devlet yok ki aç kalan halkını düşünsün.
Atatürk’ün getirdiği Cumhuriyet ve Sosyal Devlet ilkeleri, Osmanlıdan gelen yöneticilerin kafasına sığmıyordu. Onlar açısından Ekmek isteyenle, Şeriat isteyen eşkoşuluyordu, yani ayni suçu işlemiş sayılıyordu. Hele Dersimlinin suçu daha da ağır; Alevi değil mi?
Bu suçun üzerine, Osmanlı’da olduğu gibi, zamanın hükümeti de hışımla gitti Dersim’in üzerine.
Şeyh Sait ayaklanması gibi algılandı. “Aç kaldım ekmek ver!” Diyen Dersimli ile ” Din Elden gidiyor Şeriat isteriz” diyen Şeyh Sait ayni kefeye konuyordu. Çünkü Cumhuriyet Yöneticileri ALEVİ kimliğini ve bunların Şeriata karşı olduklarını, Cumhuriyet beklediklerini bilmiyorlardı. Çünkü Osmanlı geleneği Emevi Ehli Sünnet’ine göre biçimlendiğinden, Alevi de buna uymadığı için Aleviliği din dışı saymıştı. İkici sınıf vatandaştı. Yavuz kırımından beri hep horlanmış, hep ezilmişti, öteki olmuş, acımasızca hırpalanıyordu.
Türkmen/Alevi/ Kızılbaş Dersim İnsanı, “din elden gidiyor” demedi, Cumhuriyetin karşısında olmadı ve olmazdı da; Atatürk, Alevilerin asırlardır bekledikleri bir kurtarıcı idi. Osmanlının gidişini, Atatürk’ün de gelişini kurtuluş bayramı yapmışlardı kendilerine.
Osmanlı’dan ve Şeriat’tan çektiklerini, açlıktan, yoksulluktan çekmemişlerdi. Acıyla yaşamışlardı Osmanlı’nın yönetiminde. Aleviler Cumhuriyet adını duymamışlardı, ama Türkmenistan yaşantıları Cumhuriyet çizgisine koşuttu, Atatürk Devrimci çizgisiyle de oldukça uyumluydu. Hünkâr Hacı Bektaş Veli’leri, “Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” Diyerek aydınlığı göstermiş değimiydi?
Asırlarca hep o ışığı bekliyorlardı. Onu da Atatürk getirmişti; ona karşı gelinir mi?
Atatürk hastalanınca Osmanlı eğitimi ile biçimlenmiş yönetimi, karın doyurma suçu işleyen Dersim’in üzerine hışımla gitti ve Dersim halkına çok acılar çektirdi.
Jandarmanın zulmüne karşı gelerek, kendini savunmak zorunda kalan aşiretlerin birleşerek meydana getirdikleri 600-800 eski tüfekli ve giysiden yoksul beyaz donlu Dersimlinin çaresiz karşı koyması isyan sayılmıştı. 400 yıl Devlet görmeyen, Devleti iki karakol jandarmadan ibaret sayan Dersimli nasıl bir isyana kalkışmıştı kendi de bilmiyordu.
Ordu Dersim üzerine hışımla gönderildi. Bu ordunun içinde Alevi askerlerin sayısı da az değildi, onlarda korku ile kendilerini hiç tanıtmıyordu, tanıtsa onlarında işi kötü olacaktı. Örnek isteniyorsa vereyim: Dayım Hüseyin Güngör (topçu çavuşu).
Yavuz kırımından ileri gidilerek eşkıya diye adlandırılan bir avuç cahil insanların yanın birçok “masum’ u pak lar” toprağa cansız düştü. Ele canlı ne geçtiyse yok edildi. Ölenler öldü kalanlar sürgün.
Dersim Cumhuriyete karşı gelmiş gibi, bir İsyan havasına sokulmuştu. Bu acı karmaşa sonunda, Dersim’e giden acımasız Abdullah Paşa, aşiret Reislerini toplayarak, ne istediklerini sorduğunda, “yaşarız Paşam sen bir katır, biz senin kuyruğunun altında bir sinek, sen kuyruğunu gevşek tutarsa biz yaşar; sen kuyruğunu sıktı bizim canımız çıktı.” Diyerek kendilerine özgü iltifatları ile sıkıntılarını ve baskıları anlatmağa çalışırlar. Zor gündeler, dertlerini anlatmak için bir paşa görünce, Ondan çare bekliyorlardı haklı olarak. Hâlbuki bu paşa Koçgiri zulmünü yaşatan Sakallı Nurettin Paşanın damadıydı, ondan esinlenmişti. Alevi/Türkmen, düşman olarak sindirilmişti acımasız yüreklere.
Ölüler ölmüş korku sürgün olacak olan dirilere kalmıştı. Yüksek sesle konuşmaktan korkuyorduk. Jandarmanın postal sesi bile delik aratıyordu bize.
Bizim köy Erzincan’ın kuzeydeki son köyü, Bayburt’a sınır bir köy. Otlukbeli’ne komşu köyümüz.
Erzincan’ın merkeze bağlı Başköy Bucağı Alevi olması nedeniyle potansiyel suçlu kategorisindeydi. Başköy bucak köyleri taranarak sürgün listesine alınmıştı. Babam Devlet için tehlike değildi, ama yersiz baş kesen dikta yönetim için tehlike sayılırdı.
Yasa tanımazlıklarına kafa tutacak uyanık birini istemiyordu yerel yönetim. Atını oynatmak için Babam Rıza Karsu’nun dokuz nüfuslu ailesiyle sürgün edilmesi gerekiyordu. Yönetimin ülkeden önce kendi otoritesi önemliydi. Acıma yoktu, emir hemen uygulanmalıydı.
1938 yılının bir sonbahar sabahı, Bayburt sınırındaki köyümüzü jandarmalar sardılar, “gene ne oldu?” Diye, çocuk yüreğimiz yerinden çıkacak gibi atıyordu. Zaten jandarma korkusu kundaktan kulağımızdaydı. Uzaktan jandarmanın gelişini gören köylüler ortadan kaybolurlardı, babam hariç. Babamın, “ Sarıkamış’a son giden seyyar jandarma 3.taburu 3–4 bölük erlerinden” suçu olmadığından hakkını aramada geri kalmadı. Çevrede çok saygın bir kişiliğe sahipti. Haksız bir işlem ama jandarmalar aman vermiyordu.
Jandarmalar emir almıştı. Hemen sürgün için ailecek Erzincan’a gidilecek. Erzincan köye 70 Km. yol yok, ancak kağnı arabalar işliyordu. Eşyalar kağnı arabalarına yüklendi, akraba, komşu ve çevre dostların ağlamaları, yoğun duygusallığın üzücü havası içinde yolculuk başladı. Kağnılar yürüdükçe çıkardıkları nağmeli gıcırtı sesi, sanki onlarda bizimle ağlıyor gibi geliyordu hepimize. Biz çocuklar çamur içinde arabaların arka izinde yürümede hayli zorlanıyorduk. 4000 metre tırmanan arabalar da zorlanmağa başlamıştı. Dağlar karlı, çamur diz boyu, Keşiş dağları geçit vermiyor; Çamurlar içinde kağnılar da biz çocuklarda yürüyemiyorduk. Tekerlekler mazıya dek çamura batınca öküzlerde çekemez oluyordu. Araba hafiflesin diye arabadaki küçük çocukları zaman zaman arabadan aşağı indirince soğuk ta nefesimizi kesiyordu. Keşiş dağlarının beli geçit vermiyordu. Genelde bu dağlar jandarma için 6 ay raporluydu, canını göze almayan yola çıkamazdı.
Dağın aşılması, zayiata ( ölüme) neden olacağını anlayan yönetim, yarı yoldan geri dönülmesini ve göçün bahara kalması emri jandarmalara ulaşınca bir bayram havasıyla geri dönmeğe başladık. Kağnıların peşinden diz boyu çamur ve karlar içinde yürüyerek köyümüzde bir kış daha kalmak üzere, geri döndük. Köyce Geçici bir bayram havası yaşadık o gün. Çamur, kar ve Keşiş Dağları bizi kurtarmıştı bir süre. Emir gelmeseydi ( en küçüğümüz 12 aylık, en büyüğümüz 14 yaş 8 çocuk) ancak yarımız Erzincan’a zor ulaşabilirdi herhalde. Sipikör dağında donmak işten değildi.
O mevsimde, Bayburt-Kelkit vadisinden Erzincan vadisine kağnı ile ev taşımak olanaksızdı; zira Keşiş dağlarının erken yağan karı 6 ay geçit vermiyordu. Karlar baharda eriyinceye dek kışı köyde geçireceğiz. Emir böyleymiş.
Adeta kışın uzun sürmesine dua ediyorduk. Kış giderse jandarmalar gelecek, gene yollara düşeceğiz korkusu tüm kış içimizde canlı yaşıyordu. Her zaman gelmesini dört gözle beklediğimiz İlk Baharın bu yıl gelmemesine dua ediyorduk adeta. Baharı jandarma korkusundan istemez olduk, karların erimesi içimizi de eritiyordu o sene. Karlar erir yollar açılırsa jandarma kapıda olacak
Mayıs yollar açılmağa başladı, dağlara alacalık düştü, istemediğimiz korkulu jandarma kapıda hazır. Köyde Üzüntü ağlamalar arasında kağnı arabalara eşyalar, yataklar yüklenip acele yola girmesi gerekiyordu, işi ağıra almak büyük suç sayılır, bu silahsız köy ve bu Karsu ailesi de Devlete karşı isyan çıkarabilir. 3-4 kağnıya yüklenen eşyalarla yola koyulduk. Çamur ve ilkbaharın coşkun sularını zorluklarla aşarak iki gün yolculuktan sonra 70 Km. yolu yürüyerek bitkin bir halde Erzincan Vağaver mahallesinde, bizden önce sürgün edilmiş baba dostu bir eve yerleştik.
Garda bize ayrılmış, bekleyen hayvan vagonuna hemen girmek istemedi babam, bunu hak etmediği için çare arıyordu. Ben babamdan hiç ayrılmıyordum.
Birçok memurla konuştuktan sonra birlikte postaneye gittik. Yeni Cumhurbaşkanı olmuş ve o sırada Yalova’da olduğunu öğrendiği İsmet İnönü’ye, “ Hiçbir suçum olmadığı, Sarıkamış askeri olduğum halde çocuklarımla birlikte sürgüne gönderiliyorum; önlenmesini arz ederim” (acele-cevaplı- 27 liralık) Çektiği telğırafın cevabı ayni gün geldi,” Heyeti vekile kararı ile gönderiliyorsun yapılacak bir şey yoktur. Cumhurbaşkanı İ.İnönü”
Cevabı babamı da bizi de oldukça sarstı. Ailecek çok üzüldük Babamın umutlarını İsmet Paşa suya düşürmüştü. Çok umutlanıyorduk, İsmet Paşanın yanıtı olumsuz gelince babam ve annem perişan olmuştu. 10 nüfusla yâd ellere gitmek kolay değildi. Hele birde suçlanarak gitmek babamın onuruna dokunuyordu.
Kalmak için çırpınırken, Savcıdan babama çağrı haberi geldi, birlikte gittik. İyi niyetli olduğu görülen Savcı babama,” Oğlum senin için en hayırlısı biran önce Erzincan’ı terk etmendir. Direnmeyi bırak, senin için tehlike görüyorum, çocuklarını babasız bırak istemiyorsan, göçünü yükle ve Erzincan’dan
Oldukça erken ayrıl. Sana yapacağım bir iyilik, Batıda hangi ili istersen söyle oraya göndereyim.”
Babam tehlikenin farkına varmıştı, savcı da babamın günahsız olduğunu anlamış ve babama, kısıtlı olanakları ile yardım etmek istiyordu. Babam elimden tutarak beni de beraber götürdüğü için, çocuk halimle, tüm olanlara canlı tanık oldum. O küçük kafamla yaşadıklarım hala belleğimde canlılığını koruyor.
Hemen, işlemleri yapan göçmen bürosuna giderek, gitmeye hazır olduğumuzu söyledi babam. Ancak sürgün yeri neresi olsun? Bu konu hayli araştırıldı, bilen memurlara soruldu bilgi alındı.
Bursa ve Aydın illerini ileri süren iyi niyetli memurların yardımı ile babam Bursa/AYDIN’A ikilemi arasında kalarak sonunda Aydın ili üzerinde karar kıldı ve İşlemler çok hızlı olarak tamamlandı ve hemen Demiryollarına bildirilerek hazır yük vagonuna acilen taşınıp hayvan vagonuna yerleştik.
Kapıları dışarıdan kapatılıp mazgal delikleri hava almamız için bırakılan hayvansal vagonumuzu çeken Buharlı kara tren Lokomotifi içlerimizi parçalayan düdüğünü çalarak puf-puf sesleri çıkarıp istasyondan kalkarken, bitaraftan Savcının babama söylediklerini, diğer yandan, suçsuz ve günahsız insanlar olarak doğduğumuz topraklardan zorla koparılmanın acısını ve önümüzdeki karanlık günleri düşünüyorduk. 10 kişilik bir aile ile Sürgüne giden anne ve babamın, ileriye dönük sorumluluktan ileri gelen üzüntüleri, bizden çok daha ağırdı. Bunu her davranışlarından duyumsamamak olanaksızdı. Babamın ve Annemin acılarını sezmemek olası değildi. Ağır işlerde çalışmamış, ticaretle uğraşmış babam, evi dışına çıkmamış evde hep yardımcısı bulunmuş anam, 10 kişilik aileyi gurbette nasıl geçindirecekler? Hayvan vagonunda yol alırken onlar hep bunu düşünüyorlardı. En küçüğümüz trende yürümeye başladı.
Kara Trenin ilk durağı DUMANLI istasyonunu, Erzincan’dan kopuş noktası, dışarıyı hava deliklerinden bakarak görebiliyoruz. Dersim orasını da etkilemiş, demiryolu personelinden başka kimseyi göremedik. Bu istasyonu hiç unutmadım ( 1973 de Milletvekili olunca tanımadığım ve Dumanlı istasyonu çevresinde bahçesi olan, orada oturan bir hemşerim bana gelerek, yukarı dağdan gelen suyu Demiryollarından geçirip bahçesine verilmesine izin verilmiyormuş. Çok uğraşmış çare bulamamış; bana gelmiş. Her sözcüğün başında verene kurban dediği için adı (verene kurban) kalmış. Dünyanın en güzel bir insanı olarak gördüm onu. Bana,” verene kurban yukardan gelen suyun demiryollarından geçirme izni vermiyorlar tüm meyve ağaçlarım kurudu; beni kurtar.” Kendisini alarak Demiryolları Genel Müdürü Ahmet Sarp’a gidip suyun geçişini ve Dumanlı istasyon çevresinin bahçelik-bağlık olmasını sağladım.)
Dumanlı istasyonundan sonra Kemah boğazını geçerken Ali’nin kılıcı ile yardığına halkın inandığı Fırat’ın geçtiği daracık vadi ve tünellerden geçerken garipliğimiz artıyordu. Erzincan’la sanki ipimiz kopmuştu. Küs, kırgın ayrılıyorduk, arkamıza baka baka gidiyorduk kara vagonla. Karanlık İstasyonları ve köyleri geçtikçe üzüntümüz artıyordu. Garip bir yolculuktu bizimki. İlk kez şehirler görüyorduk, ilk kez elektrik görüyorduk, ilk kez trene biniyorduk.
Ülkemizi bir baştan bir başa boyluyorduk, ama ah o suçlu görüntüsü, zorumuza o gidiyordu.
(Bir gün gelecek, Milletvekili olacağım, o köy ve İstasyonlara Elektrik vereceğimi, bu vadiye Divriği-Erzincan arası bir ara tren koyacağım, halk bunun adına Karsu treni diyeceği hiç düşünemezdim.)
Kara Trenin kara vagonu bizi Türkiye’nin bir başından diğer başına taşıyordu. Herkes bizi suçlu görüyordu, kimseye suçsuzum diye karşı koyamazsın, damgalı bir haldesin her buyruğa kayıtsız itaat bir kural. Trenin istasyonlarda ne kadar duracağı belli olmadığından, su ve yiyecek gereksinmelerimizi, koşturarak ne zorluklarla aldığımız ve trencilerden ne azarlar işittiğimiz hala belleğimde. Tuvaletsiz bir hayvan vagonunda doğal ihtiyaç giderme başlı başına bir sorundu. Yarı açlık ve susuzlukla geçirdiğimiz çileli bir haftalık yolculuktan sonra, güneşli bir mayıs sabahı gözlerimizi açınca, kara vagonumuzun Aydın Garında, kör bir hat üzerine bırakıldığını gördük. Hayvan taşıma vagonu, bizi hiç bilmediğimiz yeni bir coğrafyaya getirmişti; korku gitmiş yeni heyecan başlamıştı. Ne olacağız? Karnımızı nasıl doyuracağız? Nelerle karşılaşacağız? Aklımızdaki sorular hep bunlardı. Erzincan-Başköy Bucağı 2100 rakımlı B.Gelengeç Köyünde ve çevrede baş tacı edilen babam, bilmediği 56 rakımlı Aydın tren garı gurbetine 10 nüfusla inince şaşırmış haldeydi.
Herkesin bize bakışları anlamlıydı. “Devlete karşı gelmiş, isyan etmiş kimselerdik.” Babamı görenler böyle biri olamayacağını hemen anlıyorlardı ama, önyargılar kafa karıştırıyordu. İsyan yapmış bir bölgeden gelen bu insanlar, kim bilir ne ihanetler yapmış, kim bilir kaç cana kıymıştı, diye içlerinden geçirenlerde çoktu. Kimsenin aklına gelmezdi ki, hiçbir suçu olmayan, Cumhuriyeti kuruluşunu coşku ile karşılayan ve Din kuralları ile yönetilmeyen, Devrimler içeren bir yönetim bekleyen bu günahsız AİLE, haklarını iyi savunduğu için, Derin Devletin Yöneticisinin işine gelmediğinden, sürgün listesine eklenmiştir. Aydın’da kim bilecekti. O ortamda kimse bunu kanıtlayamazdı. Vurulan damga tartışılamazdı o günlerde.
Osmanlı gitmişti ama devletin yerel yöneticileri, hala Osmanlı kafası ile halka bakıyorlardı. Halktan ve onun derdinden anlayan yoktu, halk hala taba idi. Hele birde Emevi Sünni’si değil de Alevi’ysen.
Aydın İskân Müdürlüğü, bizi yerleştirmekle görevli olduğundan, geçici olarak Aydın merkezindeki Nazilli Köprübaşı Hanına yerleştirdi. Hanın bir yanındaki odalara insanlar karşı yanına da hayvanlar konuk ediliyordu. Orta büyüklükte bir oda da bize verildi. Bu odada at ve eşeklere komşu ve sivrisineklerin de hışmına uğrayarak bir hafta kadar kaldık. Erzincan’ın yüksek yaylalarından gelip, Mayıs ayında, Ege’nin en sıcak ili Aydın’da yaşamak oldukça zor geliyordu bize. Sıcak ve sivrisinek bizi tanınmaz hale getirmişti. Sonunda, hiçbir sürgünün olmadığı bir köy bulunmuştu bize, Baltaköy. Menderes nehrinin karşı yakasında, Madran dağları eteğindeki Baltaköyü’ne yerleşmek üzere, bir kamyona bindirilerek gönderildik. Kamyon Büyük Menderes nehrinin tek olan Çine köprüsünden geçerek bizi ‘Baltaköy Muhtarlığı’ yazan binanın önüne götürerek görevini bittiğini söyledi.
Gördüğümüz manzara hepimizin moralini bozmuştu ama annemi de ağlamaklı etmişti: Kapıda ayak ayaküstüne atmış kötü bir sandalyeye oturmuş çizmeli, kibirli bir adam (muhtarmış) istifini bozmadan yerinden kıpırdamadan, bir hoş geldiniz demeden, adeta elini öpmemizi bekler bir tavır içindeydi.
Köy Madran Dağlarına yaslanmış, o günlerde Aydın’ın geri kalmış köylerindendi, demiryolu ulaşımı dışında olduğundan eğitim olanağı da oldukça kısıtlıydı.
Şoför nereye indireyim? Diye muhtara sorunca, annem kıyameti kopardı: “Ben bu köyde yaşayamam inmiyoruz bizi geri götür” dedi. Şoför 5 lira geri götürme ücretini babamdan peşin aldıktan sonra, bizi Baltaköy den kurtararak gene hayvanlı hanımıza indirdi.
Muhtarın saygısızlığı, kuruntusu, köye gelmiş garip bir aile karşı tavrı yıllarca belleğimizden silinmedi. Törelerimize uygun bir karşılama davranış bekliyorduk muhtardan. Babam ses çıkarmıyor; çünkü hayvancılık yapacak köy istemişti, muhtarı görünce babam da bizim gibi şaşakaldı ve yetkiyi anneme bıraktı. Babam cesurdu, ama annem de ondan geri kalmazdı.
Oh be, o muhtardan kurtulmuştuk. Han a dönüşümüz bu kez bize sevimli gelmeye başladı. Balta Köy Muhtarı, hayvanlarla birlikte oturduğumuz han ı, bize sempatik yapmıştı.
Babam Aydın’da yerleşebileceğimiz, okuma ve kolay geçim sağlanabilecek yeni bir köy araştırması yapmağa başladı; bende yanından ayrılmıyordum.
Günlerden Salı Günü ve Aydın’ın Hafta günü idi. Dolaşırken bizim gibi garip olduğu her halinden belli olan bir bireye rastladık. Bıyıklarından doğulu, hatta Alevi sürgün olduğu belirgin şekilde belliydi, babamla bir birlerine doğru yaklaşarak konuşunca, onun da Tunceli’nin Dere köyünden sürgün edilerek, Aydın’ın Umurlu Bucağına iskân edildiğini öğrendik. Tunceli Pülümür Dere köylü, 17 nüfuslu rahmetli Hasan Aytemur amca, Aydın’a 9 Km. uzak ve tren hattı üzerindeki “ UMURLU” Bucağının bize uygun olduğunu ve eğitim olanağının bulunduğunu, çok güzel bir yerleşim yeri olduğunu, babama anlatarak, ikna etti ve sevindirdi bizi Hasan amca, anneme anlatınca oda çok mutlandı.
Artık Umurluya karar vermiştik. Hem merkeze yakın, hem de orada da bizi anlayan, biz gibi bir aile var.
Ertesi gün, babam hariç, annem biz “sekiz çocuğunu” alarak doğru İskân Müdürüne gittik. İskân Müdürü Doğulu birisi, Kürt kökenli, Dersim olayları nedeniyle sürgün gelenleri pek sevmediği davranışlarından belli oluyordu. Türkçesi de oldukça bozuk birisi. Annemin Türkçesi, müdürün Türkçesinin yanında şiir gibiydi.
Annem, “ Müdür Bey, biz Balta köye gittik, köyü ve muhtarı görünce orada barınamayacağımızı anladık ve geri geldik, çocuklarımı orada okutamam; bizi Umurlu ya verirseniz iyi olur. Hem çalışırız, hem de Çocuklarımı da okutma imkânına erişmiş olurum.” Diyerek adeta Müdüre yalvarıyordu.
Müdür zaten bizi hiç sevmemişti, geri geldiğimizi görünce de çok kızdı, anneme,“ gönderdiğim yerden nasıl dönersin, Umurlu’da 17 nüfuslu Tunceli den sürgün bir aile var; ayni yere sürgün iki aileyi veremem. Zaten kocan hayvancılık yapacağı yer istemişti, tekrar Balta köye gitmek zorundasınız, başka yere vermem mümkün değil.” Diyerek adeta annemi öfkeli bir biçimde kovarcasına tersledi ve yapacak başka bir şey olmadığını söyledi.
Annem çareyi Vali de arayacak ama Vali’ye de polis engelliyordu. Biz 8 çocukla bir süre Vilayet binasının koridorlarında, belli olmadan dolaştık, tenhalarda bekledik ve koruma polisinin dalgınlığından yararlanarak, Vali’nin girdiği kapıdan annem ve arkadan biz sekiz kardeş içeri daldık. Polis yetişinceye dek Vali’ye ulaşmıştık. Artık Vali Paşanın huzurundaydık. Valide şaşırmıştı.
Annem güzel konuşurdu, tahsili olmamasına karşın hitabeti oldukça düzgündü. Valiye, “ Vali paşa bizim hiçbir kusurumuz yok iken sürgüne tabi tutulduk, haksız yere çocuklarımla perişan oluyoruz. Suçsuzluğumuzu devlet olarak saptayabilirsiniz; Devletin eli uzundur. Madem haksız olarak buraya sürüldük, çocuklarımı okutma imkânı olan bir yere, Umurlu’ya verilmesini istiyorum, fakat İskân Müdürü vermek istemiyor. Balta Köye verip hala hayvancılık yapmamızı istiyor.
Ben çocuklarımı okutmak istiyorum, hayvancılıktan bıkmışız. Umurlu’ya göndermenizi rica ediyorum. İskân Müdürü bizi tekrar Balta köye göndermek istiyor; bu Müdürün yaptığı da zulümdür bizi kurtarın. ”
Vali hemen İskân Müdürünü çağırttı, “ Müdür bey bu hanımı Umurlu’ya niçin vermiyorsun” Müdürün gerekçesi hazırdı, “ efendim orada Dersimden gelmiş 17 nüfuslu bir sürgün aile var, sakıncalı olur. İki aileyi ayni köye verilmemesi konusunda talimat var, onun için veremiyoruz.” Cevabını verince müdür, annem ısrarla direnmeğe devam ediyordu. “ koca bir Bucağın içinde iki aile isyan mı edeceğiz? Gadre uğramış bizi ikinci kez zorluğa sokan bu müdürün dediğine bakmayın Vali paşam, sizden rica ediyorum bizi mağdur etmeyin ben çocuklarımı okutacak bir yere yerleşmek istiyorum, biz zulme uğradık, çileler çektik hiç olmazsa çocuklarımız çekmesi, kurtulsunlar…” diye yakınan annem Vali Paşayı oldukça etkilediği anlaşılıyordu. Vali İskan Müdürüne dönerek, “yahu kardeşim bu hanım senden de, benden de daha iyi Türkçe konuşuyor. Ne sakıncası olabilir, bu aileyi hemen Umurlu’ya gönderelim ve oraya yerleştirelim. Mazeret istemiyorum.”
Vali’nin bu kesin talimatını duyan yiğit anam, o an çilenin kemiğe dayandığı yerden kurtulduğunu duyumsayınca, o coşku içinde, Valinin makamında İskân Müdürüne dönerek, “ Müdür bey!, Müdür bey! deveden büyük fil var. Direndin de ne oldu? Büyük olmayı gördün mü? Vali Paşam sağ olsun kolayca halletti “ demekten kendini alamamıştı. Hepimiz de içimizden bir OH çekmiştik. Hayatta Fil görmemiş anam, Vali’yi de Fil yapmıştı sevincinden. Uzun süredir mutluluk görmeyen ailemize, Hızır gibi yetişen Vali mutluluk katmıştı.
Müdür bey belasını bulmuştu, şeytan çarpmışa dönmüş söyleyeceği sözü kalmamıştı. Kızara bozara makamdan ayrılıp, Umurlu’ya yerleştirme işlemlerini hemen kısa sürede yaparak, bizi tekrar bir kamyona bindirip Umurlu’ya gönderdi. Çileli bir sürgün yolculuğundan sonra, Umurlu’nun pazarı olan Cuma günü kamyonumuz pazarın içinden geçerken tüm halk bizi ilgiyle izliyordu. Kamyoncu bizi ve yükünü Bayramyeri Mahallesinde meydanda bulunan ulu bir çınarın altına indirdi. Bu çınar iki kahve arasındaki meydanın tam ortasında ve etrafı da tamamen açıktı. Eşya ve yataklar gelişi güzel yere atılmıştı. Uzun yolculuk tüm aileyi yorgun ve bitkin düşürmüştü. Hele halkın bizi “garip yaratıklar” görmüş gibi seyretmesi de, yorgun ve şaşkınlığımızı daha da artırıyordu. Babamın ve Annemin davranış ve hallerinden, “ Ne olacak halimiz” düşündüklerini, çocukluğuma karşın kolayca seziyordum. Gelişi güzel yere serilmiş yatakların üzerine boylu boyuna serildik, yorgunluk atıyorduk. On beş günden beri giysilerimizi çıkaramamıştık. Meydanda, herkesin gözünün önünde soyunup yatamadık, giysilerimizle yatakların üzerine attık kendimizi. Meydanda halkında gözü önünde ve koca Çınarın altında 3–4 günümüzü de açıkta öylece geçirdik.
Sanıyorum annemin etkili konuşması Valiyi olumlu etkilemiş olmalı ve sıkı talimat vermiş olmalı ki Umurlu karakol komutanı üzerimizde titizlikle durarak yerleşmemize büyük çaba gösteriyordu. Çabanın sonucunu kısa sürede gördük. Rumlara ait bir ev bulundu. Evde öğretmen Koca göbek Nemci Beyin kayın pederi, bakkal Küçük Mehmet Ağa oturuyormuş. Ev o denli acele boşaltıldı ki doğrusu biz de hayret ettik.
Hemen eşyaları eve yerleştirdik sevinçle. İki oda bir mutfak ve bahçeden ibaret tipik bir Rum evi olan O ev artık bizim olmuştu. Yıllarımızı o evde geçirerek büyüdük, öğrenciliğimiz o evde geçti. Rum a hayır etmemiş olan o ev bize çok hayırlı geldi. Çalıştık, didindik, Okuduk, o evde büyüdük, Mühendis olduk, Jet Pilotu olduk, Doktor olduk, Bankacı, Kimyacı olduk. İki odalı küçükte olsa Evimizi çok sevdik. Yalnız biz değil, babamın torunları bile o evi kutsal saymaya başlamışlardı. Anılarımızla yüklü bir ev.
Umurlu’da Önceleri yadırgandık, zira sürgünlüğün akla getireceği düşüncelerle gözlendik. Ama Babamın tavrı, davranışı halk içindeki çağdaş duruşu bizi kısa sürede çevrede saygın yaptı ve sevdirdi.
Pamuk tarlalarında çapa yaptık, pamuk topladık, her işte çalıştık. Hem çalıştık, hem de okuduk.
İlk gün ve ilk kez pamuk tarlasına çapa yapma işine gittiğim günü hiç unutmuyorum. 25 kuruş karşılığı, akşama dek eğilerek çapa çalmak ve pamukları aralamak, bana çok zor gelmişti.
Akşam eve gelince babamı üzüntülü, ağlamaklı bir halde gördüm. Nedenini gizlice annemden sorduğumda,
“Bu gün el işine gittiğin için sana ağlıyor.” Deyince bende oldukça üzülmüş ve ağlamıştım. Babam beni çok severdi, bende onu.
Kolay değildi, çocuktum, zor geliyordu bana, güç yetiremiyordum, kardeşlerim de öyle, ama çalışmak gerekiyordu, herkes eve bir şey getirmek zorundaydı. Sabah erken kalkıp 5-10 km. yol yürüyerek, Menderes nehrinin kıyısındaki “Koca ovaya, Karıngeç ovasına, Turnalı ovasına” gidip çalışacaksın, akşam da 5-10 km. yolu yorgun halinle yürüyüp eve geleceksin. Hele pamuk sulama işi yapıyorsan çalışma süren gün doğu, gün batışıdır. Yani Güneş doğduğunda işbaşında olacaksın, gün batınca işi bırakacaksın. Pamuk sulama işinde kural böyledir.
Köyünde en iyi bir yaşam tarzına sahip olan, çok iyi at binen bir insanın, küçük yaşta çocuklarını bu şekilde çalıştırmak zorunda kalması ve kendisinin de işçilik yapması, her babayı etkilemesi doğaldır. Çalışmada bana en zor gelen de çapa işi idi, bunu yapmayanlar bilmez, beli kopar insanın.
Çalışıyorduk, çalışmanın zorluğunu görünce de okula aşkla sarılıyor, bu da bizi okulda başarılı yapıyordu. 7000-8000 nüfuslu Umurlu bucağında, örnek öğrenci diye gösteriliyorduk.
Okul başarılarımız tüm Umurlu’ların dilinde, takdirle söz edilirdi bizden. Herkes bizi çocuklarına örnek gösteriyordu. Aydın’ın yerel gazeteleri “ iftihar listesine geçtiğimizi “ takdir aldığımızı her yıl yazarlardı.
Umurlu’ya iyice ısınmıştık, Umurlular babamı ve tüm ailemizi çok seviyorlardı, ilk geldiğimizde Kürt Rıza diyenler kısa süre sonra, anlayarak, Rıza Bey demeğe başladılar.
Orta öğretim sonrası yüksek öğretime geçme aşamasında da ekonomik sıkıntılarımız oduysa da burs haklarımızı kullanarak aştık. Sene kayıplarımız olmadan eğitimlerimizi üstün başarılarla bitirdik.
Ben daha İstanbul’da Yıldız Mühendis öğrencisi iken, Aydın’ın en saygın ailesi Posacı’lardan Mustafa Posacı’nın kızı Leman Posacı ile nişanlanıp, sonrada evlendim. Selçuk, Serdar, Sibel çocuklarımız oldu ve çok mutluyuz. Kardeşlerim de öyle.
Hepimiz okuduk:
- En büyüğümüz Paşa Karsu ( Halkevi kurslarında ilkokul diploması aldı ) Erzincan’a döndü.
- Ablam Gül, Evlendirilerek köyümüze gönderildi.
- Nurettin Karsu (ben) Makine Mühendisi oldum (1952). (Baraj, Tekstil Fabrika, İller bankası, TCDD, Milletvekili
- Ziynet, okumayı öğrenip, akraba ile evlenip Almanya’ya gitti.
- Mehmet, Hava Subayı (Kanada da 4 yıl eğitimle F86 jetlerin pilotu oldu.)
- Halis, Tıp Fakültesini bitirip, İç Hastalıklar uzmanı oldu. İstanbul Sağlık müdürü de oldu.
- Hüsniye, Üniversite Ekonomi bölümü mezunu olup bankacı oldu.
- Kazım, meslek okulu makine tesviye bölümü.
- Ali İhsan, ODTÜ üstün başarı ile Mastır yapıp, Yük. Kimya Mühendisi oldu.
Çok çile çektik ama doğru ve çalışkan olmanın ödülünü verdi. Yaratana Şükran borçluyuz.
Nurettin Karsu ( 15.-16. Dönem CHP Erzincan milletvekili )
Babamın Sarıkamış Askerliği:
Sırası Gelmişken Babamdan dinlediğim SARIKAMIŞ Savaşı Askerliğini, Babamın ağzından anlatmak istiyorum.
İşte 1938–39 da sürgüne gönderilen Babamın askerlik künyesi:
Kuzuçan ( Pülümür eski adı ) Karso oğullarından Mahmut oğlu 1303 doğumlu Ali Rıza
Erzincan Seyyar Jandarma Taburu, 3. ve 4. Bölük Erlerinden ( kendi atı ile askere alınmış)
Babamdan Dinleyelim:
“ Kuzuçanlı Karso oğullarından Mahmut oğlu 303 doğumlu Alirıza künyesiyle Askere kendi atımla alınmıştım, askerlik görevimi Erzincan Seyyar Jandarma Taburu 3. Ve 4. Bölüklerinde yapıyordum. Cepheden gelen haberler pekiyi değildi, gün geçtikçe tedirginliğimiz de artıyordu. Savaş içinde olduğumuzu bilerek her an ‘ Hazır ol’ emrini bekliyor, Ayakta uyur haldeydik, yatağa yatmayı unutmuştuk.
Çok geçmeden komut verildi: Erzincan SEYYAR JANDARMA TABURU Erzurum –Sarıkamış’a hareket edecek. Zaten hazırlıklı bir durumda bekleyen Tabur hareketi gecikmedi; hemen yürüyüşe geçtik. Hepimiz perişandık, giyeceklerimiz çok eski, kışa uygun değildi. Çoğumuzun postallarının altı delikti; kendi parasıyla ihtiyaçlarını gideremeyen erler daha da perişandı. Atlarımızın durumu bizden kötüydü; yem çok kısıtlı verildiğinden atları doyuramiyoduk. Stokların azlığı ileri sürülerek, daha savaşa girmeden tasarruf isteniyordu. Savaş stokları bitmesin diye, erzakımız da çok kıt veriliyordu. Hayvanların yemi çok kısıldığı için atlarımız da perişandı.
Kış çok sert ve acımasız geçiyordu. Kar kalınlığı yürümemizi oldukça engelliyordu. Olmayan yol izlerini de kar kapladığı için, çukurlara saplanan atlarımız zor çıkabiliyorlardı. Gıdasız ve güçsüz yaratıklardık doğrusu.
Bu halimizle, zor kış koşullarını yenerek, şaka değil, Ruslarla savaşa gidiyorduk. Herkesin morali bozuk, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Yarı aç atlarımızın sırtında Tercan’dan Sarıkamış’a doğru gidiyorduk, önce amansız KIŞ la, sonra Tifo aşılayan BİTLER le, sonra da Rus Ordularıyla savaşmağa gidiyorduk. Bit kaputlarımızın dışına taşmıştı. Paklanma olanağımız yoktu, hep savaş yapılan yere, Sarıkamış’a gitme gününü beklemiştik.
Çok acil emirle yola koyulduk ve Erzurum’a doğru yola koyulmuştuk. Samsun’luTabur komutanı Mehmet Bey tedirginliği gözümden kaçmıyordu. Kumandanın beni sevdiğini de daha önceki davranışlarından seziyordum.
Savaş yolculuğuna başlarken Tabur Kumandanımızın beni çağırdığını öğrendim. Hemen kumandanın yanına koşarak emrini almak için selamladım. Emret kumandanım deyince, Kumandan beni içeri alarak yalnız kaldık.
Kumandan bana: ‘ Ali Rıza evladım, Sarıkamış’a çetin bir savaşa gidiyoruz, aldığımız haberler kötü, Sarıkamış’ta Rus Ordusu, bizim Orduyu perişan etmiş; binlerce ölü ve yaralı haberleri geliyor. Biz beklemeden cephede hemen savaşa gireceğiz. Hayatta kalma ihtimalimiz oldukça az, kalanlarda esir olabilir, benim de, senin de dönme ihtimali çok zayıf. Benim evim Samsun’da, Eşim ve bir yetişkin kızım var. Benim de senin de bu savaşta ne olacağımız belli olmaz. Seni Samsun’a göndereyim, orada kızımla evlenip, kızıma, eşime ve evime sahip çıkarsın. Ben de savaştan sağ dönersem aranıza katılırım. Dönemezsem tüm varlığımda senin olur, kızımla birlikte ocağımın tütmesini sağlamış olursun ‘ Beni seven Kumandan bunları söylerken çok zorluk çekiyor ve yaşlı gözlerini benden gizlemeğe çalışıyordu.
Ben söylenenleri duydukça, yerine getiremeyeceğim için daha çok üzülüyordum; kumandanın emrini yerine getirmek isterdim ama mümkün değildi. Çünkü bir taraftan vatan için savaşa giderken adeta kaçmak, diğer taraftan köydeki bekleyen nişanlımı terk etmek bana imkânsız geliyordu. Vatan için gidiyorduk, o an aklımda başka bir şey yoktu. Silah arkadaşlarımdan ayrılamazdım. Kader neyse o olacaktı. Düşündüm ve daha çok bekletmeden titrek sesimle, onu fazla üzmemeğe gayret ederek, komutanıma, ‘ Kumandanım ben bunu yapamayacağım, beni af edin.’ deyince çok üzüldüğünü, adeta çöktüğünü gördüm. Benim üzüntüm de ondan az değildi. Oradan ağlayarak nasıl ayrıldığımı bugün bile hatırlıyorum.
Savaş yerine erişmek için durmadan yol alıyorduk, yollar patika şeklindeydi, çok zaman kardan yolları kaybediyorduk. Çok zor şartlarda hızla yürüyorduk. Atlarımıza arpa istediğimizde, (azaldı veremeyiz) deniyordu, aç atlarla yola devam etmek güç geliyordu. Zaman zaman süvarilerle arpa dağıtan subaylar arasında tartışmaların yapıldığı gözden kaçmıyordu. Herkes sinirli, savaş ruh hali içindeydi. Karları yararak zorlukla yol alıyorduk. Erzincan- Tercan- Aşkale-Erzurum geçmek üzere Üç günlük yol almış savaş yerine varmak hedeflenmişken ‘Tabur dur’ emri alındı.
Ani bir emir: “ Birlikler acilen geri dönecek ve hızla geriye yol alacak. Bozguna uğradığımızı anlamıştık. Sarıkamış’ta savaşı kaybetmişiz, düşmandan kaçmamız gerekiyor, düşman takıp ediyormuş. Hızla geri çekilirken, giderken atlarımıza verilmeyen çuvallar dolusu arpa ve erzak da yollarda terk edilip kaldı. Kaçarken onları geri taşıma imkânımız yoktu, panik içineydik. Herkes can derdindeydi. Ancak canımızı kurtaralım deniyordu. Onun için tüm ağırlıkları bırakarak geriye kaçıyoruz.
Bu kaçış sırasında bir olay çıktı: Bir süvari, giderken atına yeterli arpa vermeyen Levazım Subayına silahını doğrultarak,” senin atlarımıza vermediğin arpalar şimdi Rus’lara kalıyor; bu yaptığın ihanettir seni vuracağım” diye bağırıyordu. Yetişerek Süvari erini zorlukla önleyebildik. Bozgunda Disiplin kalmamıştı eratta.
Hepimiz bitkindik, kir ve bit her yanımızı sarmıştı. Hastalık başlamıştı, bana da sıra geldiğini acılar içinde anladım. Yürüyecek halim kalmamıştı, ayakta duramıyorum, çok ağır hastalandım. Gıdasızlık ve bit Tifo ya yakalatmıştı beni.
Kumandan beni bir arkadaşıma emanet ederek köye götürülmemi emretti. Bu arkadaşım Bayburt’un Gülalıhayık (Damlıca) köyünden komşumuz ve yakınımız ÇERKEZAĞA namındaki arkadaşımdı.
Atım yolda telef olduğundan, hasta halimle yaya olarak yola koyulduk. Yürüme gücüm kalmadığı için, yol almada zorluk çekiyordum. Aşkale İlçesi civarına geldiğimizde, yürüyecek halim kalmamıştı, ölümü çare olarak arıyordum, bir kuytuda yerde yatıp kalmak istiyordum, ama arkadaşım ve aile dostumuz Çerkez Ağa yakamı bırakmıyor ve beni koltuklayarak zorla yürütüyordu. Aşkale – Tercan arasında yoğun bir kar yağışı altında çaresiz kalmıştım, yürüyemiyordum dizlerimde derman kalmamıştı. Arkadaşım Çerkez Ağadan kurtulmak ve kadere kendimi terk etmek için bir plan düşündüm ve uygulamağa başladım; başka çarem kalmamıştı, Tifo ve güçsüz kalma beni bitirmişti. Bunu, beni koruyan dostum Çerkez Ağa’ya anlatamıyordum. Ben artık rahatça ölmek istiyordum.
Planı uyguluyordum: ‘ Çerkez ağa sen yürü, ben ihtiyacımı giderip geleyim.’ Çerkez ağa işi sezmeden ileriye doğru yürümeğe başlayınca, bende saklanacak kuytu bir yer, rahatça öleceğim bir yer arıyordum. Dolaşırken bir köprü menfezi buldum. Menfezin içine sığamıyordum, ama yanına yatarak, eski asker kaputumu da üzerime çekip, yoğun kar yağışı altında, kendimden geçerek yattım.
Çerkez Ağa işin farkına varıp, beni aramağa başlayıncaya dek, Kar üstümü kapatıp belirsiz hale getirdiğinden, Çerkez Ağa da beni bulamıyor ve ağlayarak aramaya devam ediyor. Ben bazen onun sesini duyuyordum ama oradan kalkacak gücüm kalmamıştı. Uzak bir yolculuk yapmaktansa ölmek istiyordum, bu hastalıktan da kurtulacağıma pek inanamıyordum. Arkadaşım ve komşum Çerkez Ağa beni görmesin diye dua ediyordum. Çok dalgın yattığım belliydi, inlediğimin de farkında idim.
Arkadaşım beni ararken, iniltilerimi duyarak, beni bulduğuna söylemişti. O beni bulduğuna çok sevindi ve birazda sitemde bulundu, ama ben sevinemedim, çok hastaydım orada ölmek istiyordum.
‘Burada kalsaydın köyde sizinkilere ne cevap verecektim, bunu bana nasıl yaptın.’ Köy komşuluğu ve Karso Ailesi dostluğuna çok değer verdiğinden, çok üzülmüştü. Sitemlerinden sonra beni kaldırarak, arkasına almak, koluma girmek, bazen de yürütmek suretiyle, kuru bir iskelet şeklinde, Karso Gelengeç ( B. Gelengeç) köyüne yarı canlı olarak ulaştırdı.
Bayburt’un Damlıca ( Gülalıhayık ) köylü komşumuz ve ecdat dostumuz Çerkez Ağa ya minnettarım.”
Diye bitirdi askerlik anılarını.
Babamın bana anlattığı Sarıkamış askerlik acı öyküsünden, usumda kalanlarını, herkesle paylaşmak istedim. Ülkemizin içinde bulunduğu savaş yıllarının acı anıları, gençlerimiz içinde yararlı olur dedim, olur mu? Bilemem.
Nurettin Karsu ( 15.-16. Dönem Erzincan Milletvekili )